ŞANS ŞEHRİ


 

Bir zamanlar Rupert adında bir çocuk yaşarmış, köyünün en zekisi, en akıllısıymış. Hatta Rupert kadar akıllı ve zeki bir çocuk yakın köylerin hiç birinde de yokmuş.

Bir gece Rupert ve akranı bir grup çocuk ateş etrafında toplanmış: ağızları hayretle bir karış açık, her yerinde yara izleri olan ve bu yara izlerine karşılık kazandığı çavuş rütbesiyle ordudan emekli olmuş gazi bir askerin maceralarını dinliyorlarmış. Anlatıcı hikâyesinin en ilginç yerindeymiş: "Büyük Şans Şehri,” demiş, “çok yüksek bir dağın tepesinde bulunur; dağın yamaçları o kadar diktir ki bu güne değin çok az kişi tepeye ulaşmayı başarmıştır. Orada altın o kadar boldur ki o şehirde yaşayanlar bu kıymetli madenle ne yapacaklarını bilmezler. Evler altından, kale duvarları som gümüşten ve kaleyi koruyan toplar muazzam büyüklükte, işlenmiş elmastandır. Sokaklar her zaman yepyeni madeni paralarla kaplıdır çünkü parlaklıklarını kaybetmeye başlar başlamaz yeni basılanlarla değiştirilirler. Şehrin temizliğini görmelisiniz! Orada çöp diye süpürülen şey saf altın tozudur. Çöp arabaları sokaklardan süpürdüklerini büyük sepetlerin içine toplayıp kanalizasyona atar.

O şehrin yollarında yürürken sürekli ayağımızın takıldığı çakıltaşları, fındık büyüklüğünde pırlantalardır. Oranın toprağından öyle inanılmaz bollukta çıkar ki bunlar, değersiz görülürler. Kısacası, orada yaşayan kişi dünyanın en güçlü kişisinin dilenciler olduğunu düşünebilir.

En fenası da oraya giden yolun engebeli ve zorlu olmasıdır; bu yüzden çoğu insan altın şehre ulaşamadan pes eder.”

Rupert askerin sözlerinin bir kulağından girip öbür kulağından çıkmasına izin vermemiş; güç bela askerle yalnız kalmaya başarmış ve hemen sormuş: “Bu büyülü şehre giden yolu biliyor musunuz?” “Elbette biliyorum evlat, ama bu yolculuğa çıkmanı tavsiye etmem,” diye cevap vermiş asker. “Nedenmiş o?” demiş Rupert. “Çünkü yol uzun ve kayalık. Ben ilk gün geri döndüm, aşılması gereken engellerden korkmuştum. Her neyse, gitmekte kararlıysan, seni uyarmak zorundayım. Şans Şehri'ne ulaşmak için iki yol var: Taş ve kaya dolu uçsuz bucaksız bir yol, eğer bu yoldan gidersen, çakıl taşlarının sivri uçları ayaklarını parçalayacak ve yorulacaksın. Binlerce korkunç engel karşına çıkacak, acımasız düşmanlarla mücadele etmek zorunda kalacaksın ve en sonunda hepsini alt etmeyi başarabilirsen, Şans Şehri'ne zenginliklerin işine yaramayacağı kadar yaşlı ve bitkin bir halde varacaksın. Diğer yol düzlük ve kısa ama...” “Yeter! Daha fazla konuşma, şimdi bana yolu göster. Gerisini sonra hallederim,” diye atılmış Rupert. “Pekâlâ, pekâlâ! Yolu sana göstereceğim, beni sonuna kadar dinlemeyi istememen umarım başına dert açmaz,” demiş asker.

Ne anne-babasıyla ne de erkek kardeşiyle vedalaşan küçük yaramaz, eski askerin ona gösterdiği yolda yürümeye başlamış,  yürümüş, yürümüş; bu sırada sürekli onu bekleyen ve çoktan avucunun içinde olduğuna inandığı zenginlikleri düşündüğünden,  ağzı kulaklarındaymış.

İki günün sonunda büyük bir nehrin kıyısına gelmiş. Nehrin üstünde bir kayık, kayığın yanında da iri yarı, güçlü kuvvetli siyah bir adam varmış. Çocuk kayıkçıya yaklaşmış ve sormuş, “Acaba Şans Şehri'ne giden yol bu mu?” “Evet ufaklık,” demiş adam, “ama nehrin karşısına geçmen gerek.” Peki, o zaman beni karşıya geçir,” demiş Rupert. “Bunun için ne kadar para vermen gerekeceğini biliyor musun?” diye sormuş siyahi adam. “Hayır,” diye cevap vermiş Rupert, “nasıl bileyim, ilk kez gidiyorum bu yolu.” “50 altın,” demiş adam. “Sence ben o kadar parası varmış, hatta hayatı boyunca o kadar parayı görmüş gibi görünüyor muyum? Ne olur bir iyilik edip beni bedavaya geçir,” demiş Rupert. “Küçük dostum, bu nehir asla bedavaya geçilmez. Burası Şans Şehri'ne giden yolda ilk adımdır ve bedelinin bir şekilde ödenmesi gerekir. Eğer paran yoksa, hiç dert etme; kalbinden küçük bir parça kesmeme izin ver yeter. Belki başta canını biraz yakabilir ama sonra kalbinden hiç parça alınmamış gibi hissedersin.”

Rupert adamın göğsünü yarmasına ve kalbinden bir parça çıkarmasına izin vermiş. Karşıya geçtiğinde, büyük bir memnuniyetle rahat bir nefes almış. İlk adım atılmış ve göz kamaştırıcı duvarları sevimli yansımalar yayan güzel Şans Şehri görünmüş bile. Ama altın şehrine ulaşmak için pek de hevesli olmadığını ve göğsünde garip bir boşluk olduğunu fark etmiş.

Buna rağmen yürümeye devam etmiş, henüz yüz adım atmamış ki yoluna yeni bir engel çıkmış. Bu ulaşılmaz iki dağın arasında uzanan dar bir geçitmiş ve tıpkı kayığın yanında olduğu gibi geçidin girişinde de iri yarı siyahi bir bekçi varmış. “Nereye gidiyorsun?” diye sormuş bekçi Rupert’a. “Şans Şehri’ne,” diye cevaplamış Rupert. “Tabii, bu yol Şans Şehri'ne gider ama geçiş için bir ödeme yapmak zorundasın. Ödemeyi kalbinden çıkarılan küçük bir parçayla yapabilirsin,” demiş bekçi. Rupert tereddüt etmeden göğsünü yarmış ve kalbinden küçük bir parçayı korkunç görünüşlü bekçinin ellerine bırakmış.

Yürümeye devam etmiş. Şans Şehri arada bir görünüyor ve her seferinde gözüne daha yakın, daha güzel geliyormuş; böyle Rupert şehre doğru yürümüş, yürümüş, yürümüş. Ama şehri her görüşünde oraya varmak için kendini daha az hevesli hissediyormuş.

Üstelik hâlâ aşılacak engeller varmış. Yol bitmiş ve korkunç bir uçurumun kıyısında sona ermiş. Karşı dağa nasıl geçebileceğini hayal bile edemiyormuş Rupert. Umudu kırılmış ve cesaretini kaybetmiş bir halde bir taşın üstüne oturmuş. Tam o anda büyük bir akbaba dağın tepesinden inmiş ve çocuğa yaklaşmış. ““Karşıya geçmek ister misin? O halde, bana kalbinden bir parça ver,” demiş. “Tamam, kalbimden bir parça al ve beni karşıya geçir,” demiş Rupert, ümitsizce. Akbaba gagasını Rupert'in göğsüne saplamış ve kalbinden büyük bir parça çıkarmış. Ardından, pençeleriyle çocuğu yakalamış ve uçurumun karşısına geçirmiş.

Artık Şans Şehri'nin kapısındaymış. Yüksek duvarların üzerinde yükselen kuleleri sayabilir ve eğer paraya bağlıysa mutluluğun çantada keklik olduğunu düşünebilirmiş. Kapıda onu durdurmuşlar. Kalp, Şans Şehri’nde kaçak mal sayılıyormuş, bu yüzden kalbinden geriye kalanı da çıkarmış ve yerine güzel başka bir kalp yerleştirmişler; bu kalp çeliktenmiş ama elmas kadar sertmiş. Fakat, metal kalbin arkasında kalan küçük bir kalp dokusu gözlerinden kaçmış, fark edilmeden saklananmış. “Nihayet içerdeyim” demiş Rupert kendi kendine, ama garip bir şekilde altın şehir onu ne şaşırtmış ne de ona keyif vermiş.

Şehrin sokaklarında yürümüş; daha önce öylesine arzuladığı ve artık avucunun içinde olan zenginliklere küçümseyerek bakarak. “Kalbimi ve onunla birlikte bütün hayallerimi kaybettikten sonra, zenginliği ne yapayım ki?” diye bağırmış.
Şehrin göz kamaştırıcı parlaklığı onu rahatsız etmeye başlamış. “Burada,” demiş kendi kendine “altından başka bir şey yok. Kalbime mal olan lanet metal. Tanrım! Küçük kalbimi bana kim geri verecek?”

Dostlar aramış kendine ama bulamamış, çünkü bu insanların kalbi çeliktenmiş ve Rupert kendi kalbinden geriye kalan o küçücük parça yüzünden dayanılmaz acılar çekiyormuş. Dostlarının ve sevginin bulunmadığı bu altın şehirde, Rupert anne-babasını ve erkek kardeşini hatırlamış ve acıyla kötü kaderine ilenmiş.

Köyündeki küçük beyaz eve dönmeye ve eskisi gibi orada yaşamaya karar vermiş. Şehirden çıkarken, garip bir zevk duymuş. Fakat o lanet çelikten kalbi, Rupert’a korkunç acılar veriyormuş; göğsünde mutluluk için çarpan yalnızca kendi kalbinden kalan o minik parçaymış. Bulduğu ilk yola sapmış, karşısına hiçbir engel çıkmamış. Ayaklarına kanat takılmış gibiymiş. Tepeden aşağı inmiş ve büyük bir hızla yürümüş. Köyüne vardığında, eskisi gibi fakirmiş. Üstelik o soğuk, sert kalbi nefes almasına izin vermiyormuş. Kalbi bir saatin düzenliliğiyle tik-tak, tik-tak diye atıyormuş!

Dışarı çıkan ve onu sevinçle karşılayan ilk kişi, erkek kardeşi olmuş. Ona sarılmış, onu öpmüş ve eve kadar sevinçle ona eşlik etmiş. Ama çelikten kalbi Rupert'in sevinmesine engel olmuş. Gözyaşları akmamış gözlerinden; göğsünü bir el sıkıyor gibiymiş. Yaşlı babası onu bağrına basmış ama babası bile Rupert'in sert kalbini canlandıramamış. Rupert müthiş bir acı hissetmiş. Annesi koşarak oğlunun yanına gelmiş; nefes nefeseymiş. Ağlayarak oğluna sarılmış, gözyaşları Rupert'in kalbine dökülmüş. Ve anne sevgisinin gücü kendisini göstermiş! O çelikten kalp atışlarını hızlandırmış ve daha fazla direnemeyerek, bozuk bir saatin fırlayan yayı misali Rupert’ın göğsünden fırlayıp çıkmış. Kendi kalbinden kalan minik parça yeni bir kalbe dönüşmüş ve Rupert yeniden mutlu biri haline gelmiş.

O zamandan sonra, ne zaman ona zenginliklerden bahsetseler, Rupert, “Tanrı uygun görürse, zenginlikleri bahşedecektir ama kalbiniz ve hayalleriniz pahasına zenginlikleri kısa yoldan elde etmeye çalışmayın” diyerek karşılık vermiş.


Çeviren: Ayşe Ongun
Editör: Nuray Önoğlu
İspanyol masalı           
   
   
  
    
            
         
     
    

Comments

Popular posts from this blog

BİR GÖZ, İKİ GÖZ, ÜÇ GÖZ ♫

GEYİK PRENS VE KIZ KARDEŞİ

KRİSTAL KÜRE