GEYİK PRENS VE KIZ KARDEŞİ



Bir zamanlar bir oğlu ve kızı olan yaşlı bir padişah varmış. Zamanı geldiğinde padişah ölmüş ve oğlu onun yerine hüküm sürmüş. Delikanlı çok geçmeden babasından miras kalan tüm serveti bitirmiş.

Bir gün kız kardeşine “Canım, tüm servetimizi harcadık. Paramızın olmadığı öğrenilirse bu çevreden ayrılmak zorunda kalırız, çünkü kimselerin asla yüzüne bakamayız. Çok geç olmadan şimdi sessizce gitsek iyi olur” demiş.

Böylece eşyalarını toplamışlar ve gece sessizce sarayı terk etmişler. Belli ki uçsuz bucaksız bir ovaya varana dek nereye gittiklerini bilmeden yolculuk etmişler. Güneşin yakıcılığına tahammül etseler de yorgunluğa yenik düşmek üzereyken bir su birikintisi görmüşler.

“Kardeşim” demiş oğlan “Su içmeden bir adım daha atamam.”“Ama kardeşim” demiş kız “Su olup olmadığını kim bilebilir? Bu kadar uzun süredir dayanıyoruz, elbette biraz daha dayanabiliriz su bulana dek.”Fakat oğlan itiraz etmiş “Hayır daha ileri gitmem, yaşamak için su içmeliyim. Bunun üzerine kız kardeşinin getirdiği bir yudum suyu genç adam açgözlülükle içmiş - ancak bunu yapmamalıymış - çünkü suyu içer içmez bir geyiğe dönüşmüş.

Kız acı acı haykırmış. Olan olmuş ve zavallı kızcağız ne yapacağınız bilemez haldeymiş. Çarnaçar yolculuğa kaldıkları yerden devam etmişler. Uçsuz bucaksız ovada dolaşıp durmuşlar ta ki ulu bir ağacın yanında bir kaynakla karşılaşana kadar. Burada dinlenmeye karar vermişler. “Kardeşim,” demiş geyik, “sen bu ağaca tırman; ben gidip yiyecek bulmaya çalışacağım.” Kız ağaca tırmanmış ve geyik etrafta yiyecek aramaya gitmiş. Kısa bir süre sonra kız kardeşinin yemek olarak hazırlayacağı bir tavşan yakalamış. Bu şekilde ikisi günden güne yaşayıp birkaç haftayı geçirmişler.

O ülkenin padişahı atlarını ulu ağacın yanındaki kaynakta sulamaya alışıkmış. Akşam köleler onları getirmiş, hayvanlar susuzluğunu giderirken genç kızın sudaki yansımasını görünce geri çekilmiş. Suyun belki de temiz olmadığını düşünen köleler yalağı boşaltıp doldurmuşlar. Yine de atlar içmeyi reddedip geri çekilince köleler bu anlaşılmaz olayı padişaha anlatmışlar.

“Belki su çamurludur” demiş hükümdar. “Ah hayır,” diye yanıtlamış köleler “yalağı boşalttık ve temiz suyla doldurduk.” “Geri dönün,” demiş padişah “ve etrafa bakının onları korkutan bir şeyler olmalı.” Böylece tekrar gitmişler ve yaklaşınca ağacın tepesindeki genç kızı görmüşler. Hemen bu keşif haberiyle efendilerinin yanına dönmüşler.

Bu haber çok ilgisini çekmiş padişahın, alelacele hazırlanmış. Ağaca baktığında herkesin görmeyi arzulayacağı cinsten, dolunay kadar güzel bir kız görmüş. Padişah ona seslenmiş “Bir ruh musun yoksa bir peri mi?” Kız “Ne ruh ne de bir periyim. İnsandan doğan bir çocuğum” diye yanıtlamış.

Nafile bir çabayla padişah onun aşağıya inmesini istemiş çünkü kızın bunu yapmaya cesareti yokmuş ve padişah öfkeyle, adamlarına onu ağaçtan düşürmeleri için emir vermiş. Köleler baltaları almış ve ağacın her tarafına kesikler açmışlar, ağacın devrilip kızın düşmesine ramak kalmışken akşam olmuş ve görevlerini ertelemek zorunda kalmışlar. Onlar ortadan kaybolmak üzereyken geyik ormandan çıkmış ve ağacın durumunu görünce kız kardeşine başından neler geçtiğini sormuş. Kız da olanları kardeşine bir bir anlatmış. “İyi iş çıkarmışsın,” demiş hikâyeyi dinleyince, “hiçbir koşulda ağaçtan aşağı inme.” Sonra ağacın kesik yerlerini uzun uzun yalamış ve ağacın gövdesi eskisinden daha kalın hale gelmiş.

Ertesi sabah geyik tekrar ormana girmiş, padişahın adamları geldiğinde ağacın kesiklerinin iyileşmesi yetmezmiş gibi gövdesinin eskisinden de kalın olduğunu görerek şaşkına dönmüşler. Yine de çalışmalarına devam etmişler ve gece olup görevlerini bir kez daha bırakmak zorunda kaldıklarında, ağacın gövdesinin yaklaşık yarısını kesebilmişler.

Sözün özü, köleler eve gittiğinde geyik tekrar gelmiş ve daha önce olduğu gibi ağacı yalamış, sonuç aynıymış, sadece gövde daha da kalınlaşmış.Ertesi sabah geyik gittikten sonra padişah oduncularıyla birlikte geldiğinde ağacın sağlam olduğunu görünce amacına ulaşmak için başka yollar aramaya koyulmuş. Bu yüzden yaşlı bir cadıya kızı ağaçtan indirmesi karşılığında büyük bir hazine vadetmiş.

Cadı hevesle görevi üstlenmiş ve kaynağın yanına üç ayaklı demir ocağını, kazanını ve diğer şeyleri taşımış, ocağını yere koymuş fakat kazanı ters yerleştirmiş. Sonra ulu ağacın yanındaki kaynağa yaklaşıp kör taklidi yaparak aldığı suyu kazanın içine değil dışına dökmüş. Genç kız gerçekten bir kör olduğunu zannedip ona ağaçtan seslenmiş: “Anacığım! Kazanı ters koydun su yere dökülüyor.” “Ah benim canım,” diye başlamış yaşlı yaratık sözlerine “Neredesin? Seni göremiyorum. Kirli çamaşırları getirdim yıkamak için. Allah aşkına gel de şu kazanı düzeltiver. Böylece onları yıkayabilirim.” Fakat ne cadının kötü talihine bakın ki genç kız geyiğin uyarısını hatırlamış ve olduğu yerde kalmış.

Ertesi gün cadı tekrar gelmiş. Ağacın yanında tökezlemiş, bir ateş yakıp getirdiği yiyecekleri çıkartmış. Ancak kapların içine yemek yerine külleri koymaya başlamış. “Zavallı kör kadıncağız,” diye seslenmiş genç kız, “kabına yemekleri değil külleri koyuyorsun.” “Körüm ben tatlım,” demiş cadı hiddetle “göremiyorum aşağı in de bana yardımcı ol.” Buna rağmen bir kez daha hilesi başarısız olmuş çünkü genç kız, kardeşinin uyarısını göz ardı etmemiş.

Üçüncü gün cadı bir kez daha ağaca gelmiş, bu kez kesmek için bir kuzu getirmiş. Fakat kadın hayvanın boğazına bıçağın ucu yerine sapını bastırıyormuş. Genç kız bu zavallı yaratığın çektiği işkenceye dayanamamış, her şeyi unutup aşağı inmiş ve onun ıstırabına son vermiş. Kısa bir süre sonra ihtiyatsızlığından pişman olmuş, zira ağacın arkasında saklanmakta olan padişahın tam yanına inmiş. Padişah onu almış ve sarayına götürmüş.

Genç kız kendisiyle biran evvel evlenmeyi arzulayan padişahın gözlerindeki iyiliği görmüş, fakat geyiğe dönüşen kardeşi de saraya yanına gelmedikçe evlenmeyeceğini söylemiş. Bunun üzerine köleler geyiği bulmaya ormana gönderilmiş ve kısa bir süre sonra geyiği bulup saraya getirmişler. Bundan sonra iki kardeş birbirlerinden hiç ayrılmamış, beraber uyuyup uyanmış.

Geyik kız kardeşinin peşini evlendiğinde bile bırakmamış ve geceleri ayrıldığında, kız kardeşine ön ayaklarıyla hafifçe vurup “Bu eniştemin kemiği, bu kız kardeşimin kemiği” diyormuş.

Gel zaman git zaman, ki masal zamanı aşıklar için daha hızlı geçer, bizimkiler mutlu mesut yaşarken saraydaki siyahi bir köle de padişahın kendisi yerine ağaçtaki kızı seçmesini kıskanıyormuş. Bu kadın uzunca bir süre intikam için fırsat kollamış. Sarayın etrafındaki güzel bahçenin ortasında bir gölet varmış. Padişahın karısı elinde altın kadehi ve ayağında gümüş ayakkabılarıyla burada eğlenerek vakit geçirmeye alışmış. Bir gün köle saklandığı yerden fırlamış ve padişahın karısının kafasını gölette yüzen büyük balığın yutması için suya daldırmış.

Siyahi kadın hiçbir şey olmamış gibi saraya dönmüş ve Padişah’ın karısının giysilerini giyerek onun yerine geçmiş. Gece geldiğinde padişah karısına yüzünü bu kadar değiştiren şeyin ne olduğunu sormuş. “Bahçede yürüdüm ve güneş yanığı oldum” demiş. Padişah da hiçbir şeyden şüphelenmeyip onu yanına çekmiş ve teselli etmek için konuşmuş. Ancak geyik içeri girdiğinde aldatmacayı fark etmiş, ön ayaklarıyla kadını hafifçe okşayarak “Bu eniştemin kemiği, bu kız kardeşimin kemiği değil” demiş.

Köle artık geyikten korkmuş bu yüzden de kendini ondan kurtarmak için bir yol bulmuş. Ertesi gün bir hastalık uydurmuş, para ve güzel sözlerle hekimleri padişaha karısının tehlikeli bir hastalığa yakalandığını söylemeye ikna etmiş, tek tedavisi ise bir geyiğin kalbini yemek imiş. Padişah sözde karısına katledilen geyik kardeşi olursa üzülüp üzülmeyeceğini sormuş. “Ne yapayım?” diyerek iç çekmiş kadın, “Eğer ben ölürsem onun başına kötü işler gelir. Öldürülmesi daha iyidir; hem sonra ben ölmemiş olacağım. O da hayvan olmaktan kurtulmuş olacak.”

Bunun üzerine padişah bıçağın bilenmesi ve kazandaki suyun ısıtılması için emirler vermiş. Zavallı geyik hengameyi fark etmiş, dehşeti ve manasını anlamış. Bahçedeki gölete kaçıp kız kardeşine üç kez seslenmiş:

“Bıçak bilenir
Kazanda su ısıtılır
Kardeşim çabuk ol ve yardım et.”

Balığın içinden üç kez ses yükselmiş:

“İşte buradayım, balığın karnında
Elimde altın kadeh
Ayağımda gümüş pabuç
Bir de küçük bir şehzade var kucağımda”

Balığın karnında olsa bile padişahın karısı bir oğul doğurmuş. Bir geyik yakalamak niyetindeki padişah ve maiyeti göletteki konuşmayı duymak için tam zamanında gelmiş. Suyu boşaltmak birkaç dakikalık işmiş. Balık yakalanmış, karnı yarılmış ve işte! Padişahın gerçek karısı elinde altın bir kadeh, ayağında gümüş ayakkabılar ve kollarında küçük oğluyla yatıyormuş. Sevinçle saraya dönen padişah olayın odasındaki kadın ile bağlantısını anlamış.

Bu sırada geyik şans eseri balıktan akan kanın bir kısmını yalamış ve yeniden insana dönüşmüş. Kız kardeşine tekrar katılmış, genç kadın da erkek kardeşini doğal haliyle gördüğü için kat kat mutlu olmuş.

Padişah siyahi köle kadının huzuruna getirilmesi için emir vermiş. Kırk katır mı kırk satır mı diye sormuş. Kadın yanıtlamış: “Düşmanlarımın boğazını kesmek için satırı; binmek için ise katırı tercih ederim.” Bunun üzerine kırk katırın kuyruğuna bağlanan aşağılık kadın atlar dört nala koşturulunca parçalara ayrılmış.
Sonra padişah ve karısı evliliklerini ikince kez kutlamış. Geyik prens de saraydaki hanımlardan bir eş bulmuş, bunun şerefine kırk gün kırk gece eşi benzeri görülmemiş bir çifte düğün yapılmış.

Onlar yerken içerken biz de yiyelim içelim ve yola koyulalım.


Çeviren: Ümmü Burçin Özkan
Editör: Nuray Önoğlu
Türk Masalı

Dr. Ignácz Kúnos tarafından derlenmiştir.

Comments

Popular posts from this blog

BİR GÖZ, İKİ GÖZ, ÜÇ GÖZ ♫

KRİSTAL KÜRE