SABAHYILDIZI VE AKŞAM YILDIZI



Evvel zaman içinde hiç de umulmadık bir şey gerçekleşmiş. Eğer gerçekleşmeseymiş bu hikâye de anlatılmazmış.

Her şey bir zamanlar bir türlü çocuğu olmayan bir Kral ve Kraliçe ile başlamış. Hal böyle olunca Kraliyet çifti ülkedeki tüm büyücü ve cadıları, yaşlı kadınları ve astrologları bir çare bulmaya çağırmışlar, ancak hiç kimse dertlerine bir çare bulamamış.

Sonunda kendilerini çocuklarının olması için sadakalar vermeye, dualar etmeye ve oruçlar tutmaya adamışlar. Bir zaman sonra, bir gece, Kraliçe bir rüya görmüş. Tanrı onunla konuşuyor ve dualarını duyduğunu söylüyormuş. Ancak onlara vereceği çocuk dünyada bulunamazmış. Kocası Kral, sabah olta ve ip alıp nehir kıyısına gitmeli ve balık tutmalıymış. Kraliçe de kocasının tuttuğu balığı kendi elleri ile pişirerek yemeliymiş. Kraliçe gün ağarırken rüyanın heyecanı ile uyanmış ve hemen, “Kocacığım kalk, sabah oldu,” diyerek Kral’ı uyandırmış. “Ne oldu sınırlarımızı düşmanlar mı geçti de beni böyle erkenden uyandırıyorsun?” diye homurdanmış Kral. “Tanrı korusun, öyle bir şey yok. Ama çok güzel bir rüya gördüm, Tanrı bize nasıl çocuk sahibi olacağımızın yolunu gösterdi sanırım,” demiş. Ve ona rüyasını anlatmış.

Rüyayı duyan Kral yatağından fırlamış, hemen giyinmiş, bir olta ve ip alarak ırmak kenarına gitmiş. Oltasını fırlatmış ve bir süre sonra mantarların ilerisinde bir kımıldanma görmüş. İpi çekip oltaya ne takıldı diye bakmış ki ne görsün! Som altından gibi görünen kocaman bir balık oltanın ucunda asılıymış. Mutluluktan havalara uçmuş ve acaba Kraliçe ne yapacak diye düşünerek heyecanla saraya dönmüş. Elbette Kraliçe de güzel balığı görünce çok şaşıracakmış.

Balığı saraya götürmüş. Mutluluktan uçan Kraliçe balığı kendi elleri ile pişirmiş ve yedikleri an dileklerinin gerçek olacağını hissetmişler.

Yemeğin ardından masayı toplayan uşak, Kraliçenin tabağında kalan balık parçalarını görmüş ve acaba asillerin hazırladığı yemeklerin tadı nasıl oluyor diye merak ederek, balığın tadına bakmış.

Günler, aylar geçmiş ve Kraliçenin meleklere benzeyen yakışıklı bir oğlu olmuş. Aynı gece uşağın karısı da bir oğlan doğurmuş ve çocuk aynı prense benziyormuş. İki bebeği birbirinden ayırmak mümkün değilmiş. Prense Busujok, uşağın oğluna ise Siminok adını vermişler.

İki çocuk birlikte büyümüş ve derslerini birlikte almışlar. İkisi de o kadar zekiymiş ki başka çocukların bir yılda öğrendiklerini bir günde öğreniyorlarmış. Onlar oynarken Kraliçe odasının penceresinden çocukları büyük bir zevkle izliyormuş.

Yıllar geçmiş ve büyümüşler. Görenler, hangisinin prens hangisinin uşağın oğlu ayırt edemiyormuş. İkisinde de aynı gururlu duruş, aynı etkileyicilik, aynı hitabet yeteneği ve aynı cesaret varmış.

Bir gün iki delikanlı birlikte ava gitmeye karar vermişler. Fakat Kraliçe hangisinin oğlu olduğunu ayıramadığı için dertlenip duruyormuş; çünkü yüzleri birbirinin tıpkısıymış, giysileri de tıpatıp aynıymış ve Kraliçe çoğu zaman hangisi kendi oğlu bilemiyormuş. O yüzden oğluna onu ayırt edecek bir işaret koymaya karar vermiş. Bu niyetle oğlunu çağırmış, saçıyla oynar gibi yaparken gizlice iki tutamını birbirine düğümleyivermiş. Ardından iki genç çıkıp ava gitmişler.

Ava giden iki genç yeşil ovalarda neşeyle gezmişler, kuzular misali hoplayıp zıplamışlar, çiçek toplamışlar, çiyle ıslanmışlar, çiçekten çiçeğe gezen kelebekleri izlemişler, bal ve petek yapan arılara bakmışlar ve gönüllerince eğlenmişler. Daha sonra kaynak sularının olduğu yere gidip doya doya su içmiş, gökyüzüne gözlerini dikip ufuk çizgisini izlemişler. Yakından görmek üzere dünyanın sonuna ya da hiç olmazsa dünyanın sonundan hemen önceki bataklığa kadar gitmeye heves etmişler.

Sonra yolları onları bir ormana çıkmış. Burada ormanın güzelliğini görünce, ağızları bir karış açık, hayranlıkla durup bakmışlar. Unutmayın ki daha önce hayatları boyunca bütün bunları hiç görmemişlermiş. Rüzgâr esip de yaprakları hışırdatınca, çıkan sesleri dinlemiş ve Kraliçe yürürken üzerindeki ipek esvapların çıkardığı hışırtıya benzetmişler.

Daha sonra büyük bir ağacın altındaki yemyeşil çimenlere oturmuş ve ava nasıl başlayacaklarını konuşmaya başlamışlar. Yalnızca ve yalnızca vahşi hayvanları avlamak istiyorlarmış. Onlar konuşurken etrafta dolanan, ağaçların dallarına konan kuşları fark etmemişler; onlara zarar vermekten üzüntü duyarlarmış, çünkü şakımalarını dinlemeyi çok seviyorlarmış. Kuşlar da onların böyle düşündüğünü biliyormuşçasına hiç de korkmuş gibi görünmüyor, gırtlaklarını yırtarcasına şarkı söylüyorlarmış; yalnızca bülbüller kursaklarından, titreterek, en güzel sesleriyle ötüşüyormuş.

İki genç durmuş ne yapacaklarını konuşurken prens yorulduğunu hissetmiş, daha fazla ayakta duramamış ve başını Siminok ’un kucağına koyarak başını okşamasını istemiş.

Siminok, prensin isteğini yerine getirirken durmuş ve “Kardeş Busujok başında ne var senin?” diye sormuş. “Ne var ki? Nereden bileyim Kardeş Siminok?” diye cevap vermiş prens. “İşte bak, saçlarının iki tutamı birbirine düğümlenmiş,” demiş Siminok. “Bu nasıl olabilir?” demiş Busujok. Bu durum prensi o kadar üzmüş ve kızdırmış ki çekip gitmeye karar vermiş. “Kardeş Siminok,” diye konuşmaya başlamış, “ben geri dönmeyecek, daha da uzaklara gideceğim, çünkü annemin neden saçımı okşar gibi yapıp tutamları düğüm yaptığını anlayamıyorum.” “Sakin ol Kardeş Busujok, eğer annen saçını düğüm yaptıysa bile, eminim ki herhangi bir kötü amaçla yapmamıştır,” demiş Siminok. Ama Prens Busujok ikna olmamış.

Ayrılırlarken, Siminok’a, “Bu mendili al Kardeş Siminok ve olur da üzerinde üç damla kan görürsen, o zaman anla ki ben ölmüşüm,” demiş. “Tanrı yardımcın olsun Kardeş Busujok, işlerin rast gitsin; ama sana olan tüm sevgimle yalvarıyorum, lütfen kal,” demiş Siminok. Ancak prens “Bu imkânsız,” diye yanıt vermiş. Ardından, iki genç birbirlerine sarılmışlar. Prens Busujok giderken, Siminok o gözden kaybolana kadar özlemle bakmış ardından, sonra da saraya dönmüş.

Oğlunun uzaklara gittiğini duyan Kraliçe deliye dönmüş. Ağlamaktan gözünde yaş kalmamış, görenler haline acır olmuş. Ne yapacağını bilmiyormuş ve sonunda Siminok’a bakarken biraz olsun teselli bulmuş.

Bir zaman sonra Siminok prensin mendilini çıkarıp bakmış ve üzerinde üç damla kan görmüş. “Ah, soylu kardeşim ölmüş!” diye düşünmüş, “Gitmeli ve ona ne olduğunu öğrenmeliyim.”

Yolculuk için hazırlıklarını tamamlamış ve Busujok’u aramak üzere yola koyulmuş. Köyler ve şehirler, ovalar ve ormanlar geçmiş, geçtiği her yerde kardeşini sormuş; az gitmiş, uz gitmiş ve sonunda küçük bir kulübenin önüne varmış. Kulübedeki ihtiyar kadına da kardeşini sormuş. İhtiyar kadın, ona kardeşinin bölgenin Kral’ına damat olduğunu söylemiş.

Siminok bunun üzerine saraya doğru yola koyulmuş. Saraya varmış ve prenses onu görür görmez kocasının geldiğini sanmış, ama Siminok hemen bu yanlış anlaşılmayı düzeltmiş. “Ben senin kocanın kardeşiyim. Öldüğünü haber aldım ve ona neler olduğunu öğrenmek için geldim,” demiş. “Sana inanamıyorum,” demiş prenses, “sen benim kocamsın ve neden bilmem, inkâr ediyorsun. Sana olan sadakatimi mi deniyorsun yoksa, seni hiç aldattım mı ben?” “Hayır, hayır, hiç öyle bir şey yok!” demiş Siminok, “Ama hakikati söylüyorum, ben senin kocan değilim.” Prenses buna inanmamış. Bunun üzerine Siminok, “O zaman gerçeği tanrı göstersin. Bırakalım şurada asılı kılıç kim yanılıyorsa, onu kessin,” demiş. O anda kılıç asılı olduğu yerden aşağı düşmüş ve prensesin eline değip kesmiş. O zaman prenses Siminok’a inanmış ve gereken konukseverliği göstermiş. Siminok prensesten kardeşi Busujok’un önceki gün ava gittiğini ama henüz geri dönmediğini öğrenmiş.

Ertesi gün, o da bir ata atlamış, yanına birkaç tazı almış ve kardeşinin gittiği yöne doğru onu aramaya çıkmış. Bir ormana gelene kadar hiç durmamış. Burada Orman Cadısı ile karşılaşmış. Cadı'yı görür görmez peşine düşmüş. Cadı kaçmış, o kovalamış, cadı kaçmış o kovalamış ve Cadı sonunda kaçacak bir yer kalmadığını anlayınca yüksek bir ağacın tepesine tırmanmış.

Siminok atından inmiş, atını bir ağaca bağlamış, bir ateş yakmış, azığını çıkarmış ve yemek yemeye başlamış. Arada tazılarına da yiyecek atıyormuş. O yemeğini yerken cadı dayanamayarak seslenmiş. “Aman aman! Çok üşüdüm. Soğuktan dişlerim takırdıyor.” “O zaman gel de ateşin yanında ısın,” diye karşılık vermiş Siminok. “Ama ben köpeklerden korkarım,” demiş Cadı. “Merak etme, onlar sana zarar vermez,” demiş Siminok. “Eğer bana iyilik yapmak istiyorsan,” demiş Cadı, saçından bir tutam uzatarak,”şu saç tutamını al da tazılarını onunla bağla.” Siminok, cadın verdiği saç tutamını almış ve ateşe atmış. “Ah! Sana verdiğim saç nasıl da kötü kokuyor. Saçımı ateşe atmışsın,” demiş Cadı. “Defol başımdan git ve daha fazla saçma sapan konuşma,” demiş Siminok, “tazılardan biri kuyruğunu ateşe biraz fazla yaklaştırdı ve tüyleri yandı, öyle kötü kokan o. Eğer üşüyorsan, aşağı gel de ısın, yok gelmiyorsan çeneni kapa ve beni rahat bırak.”

Cadı Siminok’a inanmış, aşağı inip ateşin başına oturmuş. “Ben açım,”demiş Cadı. “Sana yemek için ne vereyim? Yiyeceklerimden istediğini alabilirsin,” demiş Siminok. “Seni yemek isterim, hazırlan buna!” demiş Cadı. “Öyle mi, dur hele bir bakalım kim kimi yiyecekmiş,” demiş Siminok ve köpeklerini Cadı’nın üzerine salmış. “Dur,” diye bağırmış can havliyle Cadı, “Köpeklerine sahip ol, beni ısırmasınlar. Ben de karşılığında sana atı ve tazılarıyla birlikte kardeşini geri vereyim.”

Siminok tazılarına durmalarını söylemiş.. Bunun üzerine Orman Cadısı üç kere yutkunmuş ve sırasıyla Busujok, atı ve köpekleri dışarı çıkmış. Kardeşi ortaya çıktıktan sonra, Siminok köpeklerini saldırtarak paramparça ettirmiş Cadı’yı.

Busujok kendine gelince ve Siminok’u orada görünce pek şaşırmış. “Hoş geldin kardeşim, seni böyle iyi ve neşeli gördüğüme çok memnun oldum, herhalde epeydir uyuyordum, geldiğini fark etmemişim,” demiş. “Merhaba Kardeş Busujok, eğer ben gelmeseydim, herhalde kıyamet gününe kadar uyuyacaktın?” diye cevaplamış Siminok.

Daha sonra Siminok, Busujok’a ayrıldıkları andan itibaren bütün olanları tek tek anlatmış. Ama Busujok, Siminok ’tan şüphe etmiş. O yokken karısının sevgisini kazanmış olabileceğini düşünmüş ve Siminok istediği kadar öyle bir düşüncenin aklından bile geçmediğini söylesin, bu düşünceyi zihninden atamış.

Busujok karısını öyle kıskanmış ki deliye dönmüş. Uğursuz düşüncelere kapılmış, Siminok ile bir anlaşma yapmış. İkisi de kendi gözlerini, atlarının gözlerini bağlayacakmış ve bırakacakmış atlar onları nereye götürürse götürsün.

Anlaşma yapılmış. İkisi de yola çıkmış, derken Busujok bir inleme duyunca atını durdurmuş, gözlerindeki bağı çıkararak etrafa bakmış. Siminok görünürlerde yokmuş. Ne olsa beğenirsiniz! Kardeşi derin bir su kaynağına düşüp boğulmuş ve bir daha yukarı çıkamamış!

Busujok eve dönmüş ve karısına olanları sormuş. Karısı da Siminok ile aynı öyküsü anlatınca, iyice emin olmak için duvardaki kılıca yere düşmesini ve hatalı olanı kesmesini söylemiş. Kılıç aniden yere düşerek Busujok ‘un orta parmağını kesmiş.

Prens Siminok’un kaybının ardından acı acı ağlayarak eriyip bitmiş, gereksiz aceleciliğinden ve şüpheciliğinden çok pişman olmuş ama bu hiçbir şeyi değiştirmiyormuş. Bu acı ve kederle, kendisi de kardeşi olmadan daha fazla yaşamak istememiş. Atının ve kendisinin gözlerinin bağlanmasını emretmiş, atına binmiş ve aceleyle Siminok ‘un öldüğü ormana gitmiş. At dörtnala koşuyormuş ve o da cup diye Siminok’un düştüğü derin kaynağa düşmüş ve Busujok’un hayatı da orada sona ermiş. Ama tam o anda gökyüzünde sabahyıldızı Prens Busujok ve akşam yıldızı uşağın oğlu Siminok belirmiş.

Hikayeci de derhal atına atlamış ki yaşlı genç herkese bu hikâyeyi anlatsın.


Çeviren: Gözde Demirel Akan
Editör: Nuray Önoğlu
Rumen masalı

Comments

Popular posts from this blog

BİR GÖZ, İKİ GÖZ, ÜÇ GÖZ ♫

GEYİK PRENS VE KIZ KARDEŞİ

KRİSTAL KÜRE