HİÇ GÜLMEYEN ADAM




Bir zamanlar pek çok evlere, hizmetkârlara ve türlü zenginliklere sahip bir adam varmış. Günün birinde vadesi dolmuş ve ardında genç bir oğul bırakarak bu dünyadan göçüp gitmiş.

Gün gelip de oğul yetiştiğinde, babasından kalan mirası; malı, mülkü, olanca zenginliği bitirene kadar eğlenceye, yeme içmeye, raksa, cömert hediyelere harcamış. Ta ki kendi yanında çalışanlarla birlikte çalışmaya başlayacak ölçüde yoksullaşana kadar. Yıllar böyle sürüp gidiyormuş.

Genç adam bir gün çalışacak bir iş bulmak niyetiyle duvarın dibinde beklerken; iyi giyimli, hoş görünümlü yaşlı bir adam yaklaşmış ve ona selam vermiş. Genç adam, “Efendim, beni tanıyor musunuz?” diye sormuş. Yaşlı adam ise “Seni hiç tanımam oğlum, ama sende cakasını sattığın zenginliğin izlerini görüyorum,” diye yanıtlamış onu. Genç adam, “Kader ne takdir ettiyse onu yaşıyorum. Ama sizin, güzel yüzlü efendim, sizin bana verebileceğiniz hiçbir işiniz yok mu?” diye sormuş. Yaşlı adam ona, “Ey oğlum, seni kolay bir işte çalıştırmak istiyorum,” demiş. Genç adam sormuş: “Nedir o iş efendim?” Yaşlı adam onu yanıtlamış: “Benimle kalan on saygıdeğer yaşlı kimse var ve isteklerimizi yerine getirecek bir yardımcımız yok. Sana yetecek kadar yiyecek ve kıyafet almamız karşılığında bize hizmet etmelisin. Belki Tanrı da sana bizim sayemizde zenginlik verir, belli mi olur?” Genç adam kabul etmiş. Fakat yaşlı adam, çalışmaya başlamadan önce, kabul etmesi gereken bazı şartları olduğunu söylemiş genç adama. Genç adam bu şartların ne olduğunu sorduğunda da “Oğlum, evimizde göreceklerini sır olarak tutacaksın; ağladığımızı gördüğünde buna saygı duyacaksın,” demiş. Genç adam bunları da kabul ettiğini söylemiş. Yaşlı adam, “Oğlum, o zaman Tanrı’nın izniyle gidelim,” demiş. Genç adamı alıp bir hamama götürmüş, orada yıkanıp paklanmasını söylemiş. Ardından ona keten giysiler getiren bir adam göndermiş. Adamın getirdiği giysileri kuşanmış genç adam ve onun gösterdiği yoldan çalışacağı eve gitmiş.

Genç adam içeri girdiğinde yüksek tavanlı, geniş, birbirine bakan odaların açıldığı salonlar bulmuş; her salonda birer su fıskiyesi varmış ve kuşlar bunun üzerinde şakıyormuş. Her tarafta güzel bir bahçeye bakan pencereler varmış.

Yaşlı adam onu odalardan birine götürmüş. Genç adam renkli mermerlerle, tavanı mavi ve parlak altınlarla süslenmiş, ipek halıyla kaplanmış bir odayla; yüzleri birbirine dönük, yas kıyafetleri kuşanmış, ağlayan on yaşlı adam bulmuş karşısında. Bu manzara karşısına merakı kamçılanan genç adam onlara dertlerinin ne olduğunu sormak istemiş fakat ona koşulan şartı hatırlamış ve diline hakim olmuş.

Daha sonra yaşlı adam ona içinde otuz bin altın bulunan sandık göstermiş ve ona bu altınları harcarken dürüst olması, emanete hıyanet etmemesi gerektiğini söylemiş. Genç adam bunu da kabul etmiş. Altınları günler ve geceler boyunca yaşlı adamların ihtiyaçları için harcamış. Bir gün yaşlı adamlardan biri vefat etmiş, bunun üzerine arkadaşları onu yıkamış, kefenlemiş ve konağın arkasındaki bir bahçeye gömmüş. Ölüm, yalnızca genç adamı işe alan yaşlı adam geride kalana kadar, bir bir almış onları. İkisi yıllarca o konakta birlikte yaşamışlar. Ve sonra günün birinde o da hastalanmış. Genç adam bu durum karşısında çok çaresiz hissediyormuş kendini, kederliymiş. Yaşlı adama nezaketle, “Efendim, 12 senelik hizmetim boyunca bir an olsun sözümden şaşmadım; gücüm ve yeteceğim elverdiğince sadakatli davrandım.” demiş. Yaşlı adam ise “Ey oğlum, bizler kadir ve kutlu Tanrı’ya tekrar dönene kadar bize hizmet ettin. Hepimiz mutlaka öleceğiz, bu kaçınılmaz,” demiş genç adamın hüznünü görerek. Genç adam, “Ey efendim, sırrınız sizinle yok olacak; artık bütün o bitmek bilmeyen ağlamalarınızın, kederinizin, yasınızın nedenini bana anlatmanızı istiyorum,” demiş. “Ey oğul, bununla ilgilenme. Tanrı kimseye taşıyamayacağı yükü yüklemez. Tanrı’ya kimsenin bende olan dertle dertlenmemesi için yalvardım. Şimdi, bizim içine düştüğümüz duruma karşı güvende olmak istiyorsan, şu kapıyı açma,” demiş, eliyle bir kapıyı işaret ederek. "Eğer başımıza gelen şeyin senin de başına gelmesini istiyorsan aç. O zaman davranışlarımızın saklı sebebini bileceksin ama tövbe ettiğinde pişmanlığın fayda etmeyecek,” demiş ve son nefesini vermiş.

Genç adam onu kendi elleriyle yıkamış, kefenlemiş ve yoldaşlarının yanına gömmüş. Artık o konağa ve içindeki bütün hazinelere tek başına sahipmiş. Yine de yaşlı adamların hissettiği huzursuzluk çökmüş onun da üzerine. Bir gün meditasyon yaparken zihninde yaşlı adamın kendisine söyledikleri belirmiş; kapıyı açmaması salık verilmiş olsa da, hiç değilse şöyle bir bakabileceğini düşünmüş. Yerinden kalkıp kapıya gitmiş ve elini kapının kilitlerine uzatmış ama hemen sonra yaşlı adamın onu nasıl uyardığını yeniden hatırlamış ve ondan ayrılmış.

Kapıyı açıp içeride ne olduğuna bir göz atmak arzusu genç adamı ele geçirmiş. Ruhu kapıyı açmasını istiyormuş ve tam yedi gün boyunca ruhunun isteğini dizginlemeye uğraşmış; sekizinci gün ruhu galip gelmiş. “Kapıyı açmam ve başıma gelecekleri görmem gerek. Çünkü hiçbir şey Tanrı'nın belirlediklerini öteleyemez ve onun iradesi dışında hiçbir şey olmaz,” diye düşünerek açmaya karar vermiş.

Kilitleri kırıp kapıyı açtığında dar bir geçit bulmuş karşısında. İlerleyince büyük bir nehrin kıyısına çıkmış. Merakı daha da artmış. Nehir boyunca yürümüş, sağına soluna bakmış ve çevreyi seyretmiş! Tam o sırada gökten büyük bir kartal inmiş ve pençeleriyle genç adamı yakalamış; dünya ve cennet arasında onu uçurmuş; ta ki denizin ortasındaki adaya varana dek. Kartal onu karaya bırakıp oradan ayrılmış.

Ruhunun arzularına kapılıp kendini burada bulan genç adam şaşkına dönmüş. Nereye gideceğini, ne yapacağını bilmeden otururken bir geminin yelkeni görünmüş ona; gökyüzünde görünen bir yıldız gibi! Kurtuluşunun bu gemide olabileceği umuduyla gönlünden gemiye doğru gitmeyi geçirmiş.

Gemi yakınına gelene dek onu izlemeye devam etmiş. İçinde on tane ay gibi güzel genç kadının bulunduğu, fildişi ve abanoz kürekli, parlak altın kaplı bir sandal varmış yanına,. Genç kadınlar sandaldan inmişler ve genç adamı ellerinden tutarak, “Siz kralsınız, damatsınız, sizi almaya geldik,” demişler. Açık gökyüzünde parlayan güneş gibi genç kadınlardan biri elinde kraliyet kaftanı, ipek fular ve sümbüllerle bezenmiş altın bir taçla genç adamı giydirip kuşatmış. Genç kadınlar onu ihtiyatla sandala taşımış ve genç adam kendini renklerle ipek halılarla kaplı bir sandalda bulmuş.

Sonra yelkenleri açmışlar ve açık denize doğru ilerlemişler. Genç adam rüyada olduğunu düşünüyormuş, genç kadınların kendisine eşlik edip etmediklerinden bile emin değilmiş. Karaya geldiklerinde sayılarını mükemmelliğiyle yüceltilen Tanrı’dan başka kimsenin bilmediği, birörnek giysiler içindeki askeri birlikleri görmüş. Genç adama çeşitli kıymetli taşlarla bezenmiş koşumları olan, altın eyerli beş at getirmişler. Genç adam atlardan birine binmiş ve diğer dördü de ona eşlik etmiş. Sonunda durduklarında, başının üzerinde bayraklar ve flamaların dalgalandığını görmüş. Davullar ve ziller çalıyormuş. Birlikler sağında ve solunda iki bölük şeklinde diziliymiş. Uykuda mı uyanık mı olduğundan emin değilmiş. İçinde sarayların, nehirlerin, çiçeklerin olduğu yemyeşil çayırı görene dek karışık rüyalarından birinde olduğunu sanıyormuş. Tanrının, tek olanın, her şeye muktedir olanın mükemmelliğini ilan eden kuşlar uçuşuyormuş çayırın üzerinde. Ve aniden, bu saraylar ve bahçeler arasından tıpkı bir sel gibi tüm çayırı kaplayan bir ordu ortaya çıkmış. Birlikler yaklaşıp genç adamı selamlamış. Önce çevresinde koruyucularıyla yürüyen kral, neden sonra aralarından sıyrılıp yalnız yürümüş. Kralın tacından sarkan bir peçe yüzünü örtüyormuş. Genç adam, kralın yaklaşırkenki endişesini görüp hizaya girmiş ve birbirlerini büyük bir saygıyla selamlamışlar. Kral genç adama, “Bize eşlik et, bizim misafirimizsin,” demiş ve atlar yeniden hazırlanmış.

Görkemli birlik onlardan önce saraya ilerlerken yol boyu sohbet etmişler. Saraya vardıklarında birlikler sıralanmış, hepsi kral ve genç adamla birlikte saraya girmiş. Genç adamın eli kralın elindeymiş. Onu yanına, altın tahtına oturtmuş. Sözde kral peçeyi kaldırdığında, berrak gökyüzündeki güneş gibi, güzellik timsali, sevgi dolu olmakla beraber mağrur bir genç kadın görünmüş. Genç adam bu güzellik ve tatlılık karşısında şaşırıp kalmış. Genç kadın ona, “Bu karanın kraliçesi benim ve burada gördüğün her bir süvari, piyade; tüm bu birlikler kadınlardandır. Aralarında hiç erkek yoktur. Bu karada bizimle olan erkekler, toprağı ekip biçmekte, halka hizmet etmektedir. Kadınlara gelince onlar, vali, yargıç ve askerlerdir,” demiş.

Genç adamın merakı daha da kamçılanmış, şaşkınlığı daha da artmış. Bu sohbet sırasında vezir içeri girmiş; kır saçlı, çok sayıda maiyete sahip, saygıdeğer ve onurlu görünen bir kadınmış! Kraliçe, Kadee’nin ve diğer tanıkların gelmesini istemiş. Yaşlı vezir bu isteği yerine getirmek üzere oradan ayrılmış. Kraliçe genç adama övgü dolu sözler söyleyerek sohbeti devam ettirmiş. Ve birden, nazikçe tedirginliğini dile getirerek genç adama sormuş: “Benim eşim olmaya razı mısın?” Genç adam, “Ey kraliçem, ben sizin hizmetkârlarınız değerinde değilim,” demiş. Kraliçe genç adamı alnından öpmüş ve ona, “Bu hizmetkârlar, askerler, servet ve hazinelerin hepsi emrinde; onları kullanıp konumlandıracaksın ama,”demiş, “bu kapıyı açmayacaksın, kapalı bir kapıyı göstererek. Yanılır şaşırır açarsan, çok pişman olacaksın, ama pişmanlığının hiçbir faydası olmayacak.” Kraliçe daha sözlerini tamamlamadan vezir, Kadee ve diğer tanıklar içeri girmiş. Hepsi saygıdeğer ve onurlu oldukları belli olan, saçları omuzlarına yayılan yaşlı kadınlarmış. Evlilik sözleşmesi kraliçenin istediği gibi hazırmış. Kraliçe ve genç adam onların huzurunda evlenmişler. Ziyafetler hazırlanmış, birlikler toplanmış; yemişler, içmişler ve birbirlerine eş olmuşlar. Genç adam erinç içinde yedi sene geçirmiş.

Yine bir gün genç adam meditasyon yaparken kapıyı düşünmüş ve “Eğer burada daha büyük hazineler olmasaydı kraliçe bu kapıyı açmayı yasaklamazdı,” diye düşünmüş. Ayağa kalkmış ve kapıyı açmış. Karşısında onu büyük nehrin üzerinden geçirip adaya bırakan kartal varmış. Kartal onu penceleriyle kavramış ve “Bir daha asla mutlu olmayacağın gerçeğiyle karşı karşıyasın artık,” demiş. Kuşun sözlerini işittiğinde kaçmış, ancak kuş onu yakalamış ve havaya kaldırmış. Böylece cennetle dünya arasında bir saat uçmuşlar. Kartal onu tam aldığı yere bırakmış ve uçup ortadan kaybolmuş.

Genç adam bu olanlardan sonra yere oturmuş, yaşadıklarını bir bir düşünmüş. Gördüğü zenginliği, şanı, eriştiği refahı, mutluluğu ağlayarak hatırlamış. Tam iki ay boyunca kartalın onu bıraktığı yerde, karısına tekrar dönebilmek umuduyla beklemiş. Bir gece yine meditasyon yaparken görmediği ama seslerini duyduğu birilerinin konuştuğunu işitmiş: “Ne eşsiz lezzetlermiş! Artık hepsi çok uzaklarda. Bu uğurda daha kaç kişi pişmanlıkla perişan olacak?” Genç adam işittikleri karşısında tüm umutlarını yitirmiş ve geri dönüşü olmadığını anlamış.

Yaşlı adamlarla yaşadığı konağa geri dönmüş. Artık onların neden yas tuttuklarının, niçin onca kederli olduklarının sebebini biliyormuş. Onları şefkatle anmış. Kederli ve yaslı bir halde kapıdan geçip odaya girmiş.

Güzel yiyecek ve içeceklere, hoş kokulara ve kahkahalara yüz çevirmiş. Yanına hizmetini görecek bir genç adam bulmuş. Yaşlı adamın kendisine söylediklerini ona tekrarlamış. Ölene kadar ağlaması ve inlemesi de dinmemiş. Öldüğünde, genç yardımcısı kendi elleriyle onu yıkamış, kefenlemiş ve yaşlı adamların yanı başına gömmüş.

İşte, bu genç adamın hikayesi böylece başlayıp burada bitmiş.

Çeviren: Eylem Durmuş
Editör: Nuray Önoğlu
Arap masalı




Comments

Post a Comment

Popular posts from this blog

BİR GÖZ, İKİ GÖZ, ÜÇ GÖZ ♫

GEYİK PRENS VE KIZ KARDEŞİ

KRİSTAL KÜRE