DOĞU IŞIĞI VE BALIKLAR KÖPRÜSÜ
Evvel zaman içinde, Kuzey Kore’nin karları hiç erimeyen Bembeyaz Dağları’nın ardında, genç ve güzel bir kadın hizmetkârın hizmet ettiği bir kral yaşarmış. Her gün bu hoş kadın, beyaz başını göğe uzatan ve Ejderha’nın Havuzu’nu bağrında taşıyan o sisli zirvenin bulunduğu güney yönüne bakarak gözlerini şenlendirirmiş. Günlük uğraşlardan bitap düştüğünde dağdan aşağı, Ejderha Havuzu’ndan dökülen nehri düşünürmüş. Günün birinde nehrin bolca suladığı bu ülkeye hükmedecek bir oğul doğurmayı hayal edermiş.
Bir gün dağın zirvesini seyrederken
doğudan, parıldayan bir buhar topağının gelmekte olduğunu görmüş. Buhar topağı
mavi gökyüzünde beyaz bir bulut gibi süzülürken bir yumurtadan büyük görünmüyormuş.
Buhar topağı yaklaşmış yaklaşmış yaklaşmış ve gelip kadının kucağına düşmüş.
Çok geçmeden kadının bir oğlan çocuğu olmuş. Hakikaten çok güzel bir çocukmuş.
Fakat kıskanç kral öfkelenmiş. Bu küçük
yabancıdan hiç mi hiç hoşlanmamış. Bu yüzden bebeği almış ve onun sonu
olacağını düşünerek oğlanı ahırdaki domuzların arasına atmış. Ama ne olsa
beğenirsiniz. Dişi domuzlar bebeğin burun deliklerine üflemişler nefeslerini ve
ılık nefesleri onu hayatta tutmuş. Kralın hizmetkârları ufaklığın sevinç
çığlıklarını duyunca, bu sesi neyin çıkardığını görmek için dışarı çıkmışlar ve
orada garip beşiğini hiç mi hiç yadırgamıyor görünen mutlu bebeği fark etmişler.
İlk iş ona yiyecek vermek istemişler ama kızgın kral bu sefer bebeğin at ahırına
atılmasını emretmiş. Böylece hizmetkârlar oğlanı bacaklarından tuttukları gibi
almışlar ve hayvanlar ayakları altında ezerler de bebekten kurtulmuş olurlar umuduyla
atların arasına yatırmışlar.
Ama hayır, istedikleri gibi olmamış. Kısraklar
çok yumuşak ve nazikmiş; ılık nefesleriyle ufaklığı üşütmekten korumakla kalmamış,
bir de onu sütleriyle beslemişler ve bu sayede bebek tosun gibi olmuş. Kral domuz ve atların bu harika davranışını
işitince başını göklere doğru çevirmiş. Belli ki bebeğin yaşayıp yetişkin bir
adam olması Gök’deki harika, yüce varlığın arzusuymuş. Bu nedenle kral, çocuğun
annesinin yalvarışlarına kulak vermiş ve oğlunu saraya getirmesine müsaade
etmiş. Çocuk orada büyümüş ve kralın oğullarından biriymiş gibi eğitim almış. Sağlam yapılı bir genç olarak yay ve ok
kullanmayı öğrenmiş, at binmede mahir olmuş. Hayvanlara karşı her daim
nazikmiş. Kralın hükümdarlığında atlara zalimlik edenler cezalandırılırmış. Kim
ki bir kısrağa vurur ve hayvan ölür cezası ölüm olurmuş. Genç adam da hayvanlarına
her zaman merhametli davranmış.
Böylece kral genç okçu ve süvariye Doğu
Işığı yahut Sabah Aydınlığı adını vermiş ve onu Kraliyet Ahırları Yöneticisi yapmış.
İnsanların onu çağırmayı sevdiği adıyla Doğu Işığı çok sevilip sayılan biri
olmuş. Ona ayrıca Güneşin Oğlu ve Sarı Nehrin Torunu da derlermiş. Kral bir gün
dağlarda geyik, ayı ve kaplan avlarken, genç okçuyu ok atmadaki maharetini
göstermesi için yanına çağırmış. Doğu Işığı yayını germiş ve emsalsiz
yeteneğini göstermiş. Islıklar çalan oklarını birbiri ardına hedeflerine
göndermiş ve hem koşan geyikleri hem uçan kuşları yere indirmiş. Bunun üzerine herkes
yakışıklı genci alkışlamış.
Ancak kral Doğu Işığı’nı övmek yerine
gencin tahtına göz koymasından korkup onu çok kıskanmış. Genç adamın yapacağı
hiçbir şey artık asil efendisini memnun edecek gibi görünmüyormuş. Böylece,
krala yakın durursa hayatını kaybedebileceğinden korkan Doğu Işığı en güvendiği
üç adamıyla birlikte büyük, derin, geniş ve geçit vermez bir nehre ulaşıncaya
dek güneye kaçmış. Nehri nasıl
geçeceğini bilememiş; teknesi yokmuş; peşine düşmüş düşmanları onu hızla takip
ederken zamanı bir sal yapmaya da yetmezmiş. Büyük bir boğazda avaz avaz
bağırmış: “Heyhat, ben, Güneşin Çocuğu ve Sarı Nehri’n Torunu, bu dalgayla güçsüz
düşüp durdurulacak mıyım?”
Sonra, sanki babasıymış gibi Güneş, ona ne
yapacağını fısıldamış; Doğu Işığı yayını çekmiş ve neredeyse sadağındaki bütün
okları tüketene dek, suyun içine, bir oraya bir buraya atmış. Birkaç dakika
hiçbir şey olmamış. Yoldaşları çok ihtiyaç duyacakları okların ziyan edildiğini
düşünüyormuş. Ya liderleri peşindeki düşmanlarla dalaşmak zorunda kalırsa, boş
sadakla ne yapacakmış?
Fakat çok geçmeden, sular tuhaf bir şekilde
çalkalanmaya başlamış. Sular beneklenmiş ve köpürmüş. Önlerinde yükselip
alçalan dalgalarda balıklar burunlarını suyun üstüne çıkarıp,“Sırtımıza bin, seni
kurtaracağız,” demek istercesine Doğu Işığı’na doğru yüzüyorlarmış. Bir araya
gelip öyle bir yoğunlukla durmuşlar ki omurgaları insan ağırlığına dayanacak
bir köprü haline gelmiş.
“Hadi, çabuk gidelim," diye bağırmış Doğu
Işığı yoldaşlarına. “Ardımızdaki tepeden aşağı gelen kralın atlılarını kollayın.”
Sonra da genç adam ve yoldaşları pullu ve dikenli balık sırtlarıyla kuyruklarının oluşturduğu köprüden nehri geçmişler. Karşı kıyıya vardıklarında balık köprüsü dağılıvermiş suyun
içinde. Takipçileri karşı kıyıda tam nehir kenarına vardıklarında balıklar
henüz tam uzaklaşmış değilmiş. Kralın
adamları beyhude yere Doğu Işığı ve yoldaşlarını öldürmek için ok atıp
durmuşlar. Oklar onlara yetişememiş, nehir öyle derin ve öyle genişmiş ki
atlarını suya da sürememişler. Böylece dört genç adam sağ salim kaçmışlar.
Birkaç mil yürüdükten sonra Doğu Işığı sanki
gelmesini bekliyor gibi görünen üç yabancıya rastlamış. Yabancılar onu sıcak
karşılamış; kralları olmaya ve şehirlerini yönetmeye çağırmışlar. İlki deniz
yosunu, ikincisi kenevir lifi, üçüncüsü de işlemeli kıyafetler giyiyormuş. Bu üç
adam toplumdaki üç sınıfı temsil ediyormuş; ilki denizci ve avcı; ikinci çiftçi
ve zanaatkâr; sonuncusu ise kabilelerin şefiymiş.
Böylece, buğday, pirinç ve darı, fasulye
ve şeker pancarı olmak üzere beş ürünün bol bol yetiştiği Fuyu denen bu memlekette,
yeni kral yeni tebaası tarafından neşeyle karşılanmış. Bu insanlar uzun boylu,
cesur ve kibarmış. İyi okçu olmalarının yanı sıra çok iyi at binerlermiş.
Yemeklerini çubuklarla yer, ziyafetleri için yuvarlak tabaklar kullanırlarmış.
Büyük inciler ve kesilip parlatılmış kırmızı yeşim taşından mücevherler takarlarmış.
Fuyu halkı kralları Doğu Işığı’na
memleketin en güzel kızını gelin olarak vermiş; kız zarif bir kraliçe olmuş; tebaasının
sevgisini kazanmış ve ikisinin birçok çocuğu doğmuş. Doğu Işığı uzun yıllar ve
mesut bir şekilde ülkesini yönetmiş. Hükümranlığında Fuyu halkı daha medeni ve
daha zengin olmuş. Onlara gerçek yöneten ve yönetilen ilişkisini, evlilik
yasalarını ve bunların yanında yemek yapmanın ve ev inşa etmenin daha iyi
yöntemlerini öğretmiş. Ayrıca onlara saçlarını nasıl tarayacaklarını göstermiş.
Onlara saç topuzunu tanıtmış. Binlerce yıl saç topuzu Fuyu ve Kore’de moda
olmuş.
Doğu Işığı öldükten yüzlerce yıl sonra,
Karları Hiç Erimeyen Beyaz Dağlar’ın güneyindeki yarımadada, tüm kabileler ve
devletler, bir millet ve bir krallık olmak istemişler; ülkelerine krallarının
adından dolayı Doğu Işığı adını vermişler ama daha şiirsel bir şekilde
söyleyerek-“Sabah Aydınlığı” ya da “Sabah Dinginliği Ülkesi” anlamlarına gelen “Seçilmiş”
sözcüğünü kullanmışlar.
Çeviren:
Reşide Adal Dündar
Editör:
Nuray Önoğlu
Comments
Post a Comment