DOĞRUCU KUŞ



Bir zamanlar güneşin parıltısı ve kasabaların gürültüsünden uzakta, ağaçların ardında ve çalıların altında sakince akarak üzerinde şakıyan kuşları dinleyen bir derenin kıyısına bir kulübe yapmış fakir bir balıkçı yaşarmış.

Bir gün balıkçı her zamanki gibi ağlarını atmaya çıktığında, akıntıyla kendisine doğru gelen kristal bir beşik görmüş. Ağını beşiğin altına hızlıca atarak beşiği çekmiş ve üzerindeki ipek örtüyü kaldırmış. Beşiğin içinde, yumuşak bir pamuk yatağın üstünde yatan biri erkek diğeri kız iki bebek varmış. Bebekler gözlerini açmış balıkçıya gülümsüyorlarmış. Adamın içi bu gördükleri karşısında acımayla dolmuş, oltalarını bırakarak beşiği almış ve onları evine götürmüş.

Balıkçının karısı beşikteki bebekleri görür görmez çaresizce ellerini havaya kaldırmış. “Sekiz çocuk neyine yetmiyor?” diye bağırmış kadın. “Yetmezmiş gibi eve iki bebek daha getiriyorsun. Onları nasıl beslemeyi düşünüyorsun?” “Onların açlıktan ölmesine göz yummamı sen de istemezdin,” diye yanıt vermiş balıkçı. “Dalgaların onları yutmasına izin mi verseydim yani? Sekiz çocuğa bakan on çocuğa da bakar.”

Kadın bir şey dememiş. Aslında bu küçük varlıklar kalbini yumuşatmış. Bir şekilde kulübede yiyecek sıkıntısı çekmemişler ve çocuklar da büyümüş. Çocuklar o kadar iyi huylu ve uysalmışlar ki onları sahiplenen ebeveynleri zamanla onları da sevmiş. Hatta onları kendi kavgacı ve kıskanç çocuklarından daha çok sevmişler. Öksüz kardeşler, diğer kardeşlerin kendilerini sevmediğini ve hep kandırmaya çalıştıklarını çok geçmeden anlamış ve bu yüzden birlikte dışarı çıkmaya ve nehrin kenarında vakit geçirmeye alışmışlar. Nehrin kenarında, kahvaltıda topladıkları ekmek kırıntılarını çıkarıyor ve kuşların yemesi için kırıntıları ufalıyorlarmış. Bunun karşılığında kuşlar da onlara sabahları nasıl erken kalkacaklarını, nasıl şarkı söyleyeceklerini ve çok az insanın bildiği kuş dilini nasıl konuşacaklarını öğretmişler.

Küçük öksüz kardeşler üvey kardeşleriyle tartışmamak için çabalasa da, huzuru sağlamak her zaman zor oluyormuş. En büyük kardeş bir sabah ikizlere şöyle diyene kadar işler gittikçe daha da kötüye gitmiş: “Çok terbiyeli, akıllı usluymuş ve bizden çok daha iyiymiş gibi davranmanız iyi hoş tabii, ama unutmayın ki onlar bizim öz anne ve babamız. Sizin ise aynı kurbağalar gibi sadece nehriniz var.”

Zavallı çocuklar bu hakarete karşılık vermemiş ama oldukça üzülmüşler. Artık orada daha fazla kalamayacaklarını birbirlerine fısıldamışlar; dünyayı keşfetmeleri ve şanslarını denemeleri gerektiğini birbirlerine söylemişler.

Ertesi gün kuşlar kadar erken kalkmış ve kimse duymadan aşağı inmişler. Bir pencere açıkmış, onlar da yavaşça pencereden çıkmış ve nehir kıyısına koşmuşlar. Bir arkadaşa rastlamış gibi hissederek nehrin kenarında yürümüşler, çok geçmeden onlarla ilgilenecek birisiyle karşılaşacaklarını ummuşlar.

Koca gün boyunca canlı bir varlık görmeden, yorulana ve ayakları ağrıyana kadar durmadan yürümeye devam etmişler. O günün akşamında önlerine küçük bir kulübe çıkmış. Bu kulübe bir anlığına onları canlandırmış ama kapısı kapalıymış ve kulübe boş gözüküyormuş. O kadar hayal kırıklığına uğramışlar ki neredeyse ağlayacaklarmış. Ancak erkek çocuk gözyaşlarına hâkim olmuş ve neşeli çıkmasına çalıştığı bir sesle, “Neyse ki burada oturabileceğimiz bir bank var. Dinlendiğimizde, daha sonra ne yapmamız gerektiğini düşünürüz,” demiş.

Banka oturmuşlar. Bir süreliğine bir şey fark etmeyecek kadar yorgunlarmış ama çok geçmeden çatıdaki kiremitlerin altında birkaç kırlangıcın oturduğunu, neşeyle söyleştiklerini görmüşler.

Elbette kırlangıçların, çocukların kendi dillerini anladıklarından haberleri yokmuş. Eğer bilselermiş, bu kadar özgürce konuşmazlarmış ama bilmediklerinden, akıllarına ne gelirse olduğu gibi söylüyorlarmış. “İyi akşamlar, şehirli nazik hanım,” demiş hal ve tavrı daha seçkin görünen ötekine kıyasla, biraz kaba ve köylü görünüşlü olan bir kırlangıç. “Sizi görmek ne saadet! Yıllarca sarayda yaşadıktan sonra, haylidir unuttuğunuz arkadaşlarınızın arasına döndüğünüzü görmek başlı başına mutluluk verici!” “Bu yuva bana ailemden kaldı. Ve bana bıraktıkları için de bu yuvayı evim olarak görüyorum” diye cevap vermiş öteki kırlangıç. “Umarım siz ve aileniz de iyisinizdir?” diye kibarca eklemiş. “Sevinerek söyleyeyim ki hepimiz çok iyiyiz. Ama kısa süre önce zavallı kızımın gözlerinde öyle kötü iltihap oluşmuştu ki eğer onu hemencecik iyileştiren büyülü otu bulamasaydım neredeyse kör olacaktı.” “Peki ya Bülbül, eskisi gibi şakıyor mu? Ya tarlakuşu? Her zamanki gibi yükseklere uçuyor mu? Keten kuşu yine öyle şık şıkırdım giyiniyor mu?” Tam bu noktada köylü kırlangıç duralamış. “Ben asla dedikodu yapmam” demiş ciddi bir şekilde. “Bir zamanlar çok masum ve iyi huylu olan halkımız insanların kötü davranışları yüzünden yozlaştı. Çok yazık oldu.” “Ne! Masumiyete ve iyi davranışa ne kuşlar arasında ne de köylerde denk gelirsin! Sevgili dostum, sen neler söylüyorsun?” “Doğrudan başka bir şey söylemiyorum. Buraya döndüğümüzde, bahar geldiği, çiçekler açtığı ve günler uzadığı zaman kuzeye ve soğuklara doğru göç eden bazı keten kuşlarıyla karşılaştığımızı hatırlarsın. Sırf merhametimizden onları bu akılsız davranıştan vazgeçirmeye çalışmıştık ama onlar küstahça cevap vermişlerdi.” “İnanılmaz!” diye bağırmış şehirli kırlangıç. “Evet, inanılmazdı. Daha da kötüsü eskiden ürkek ve utangaç olan ibikli çayır kuşunun artık hırsızdan farkı yok. Bulduğu anda mısır çalıyor," demiş köylü kırlangıç. “Söylediklerin karşısında şaştım kaldım,” demiş şehirli kırlangıç. Köylü kırlangıç devam etmiş: “Yazın buraya geldiğimde, utanmaz bir serçenin yuvama yerleştiğini gördüğümü söyleyeyim de daha çok şaşır. ‘Burası benim yuvam’ dedim ona. ‘Senin mi?’ diye cevap verdi kabaca gülerek. ‘Evet benim. Atalarım burada doğdu. Çocuklarım da burada doğacak’ dedim. Tam o anda eşim onu ittirdi ve yuvanın dışına attı. Böyle şeylerin şehirde yaşanmadığına eminim.”  “Belki de yaşanmıştır. Bir bilsen ben nelere şahit oldum!” demiş öteki. “Söylesene, söylesene!” diye hep bir ağızdan bağrışmışlar. Yerlerine rahatça yerleştiklerinde, şehirli kırlangıç başlamış konuşmaya: “Kralımızın bir terzinin güzel olduğu kadar iyi huylu ve de kibar olan en küçük kızına âşık olduğunu bilirsiniz. Aristokratlar kralın kendi kızlarından birini kraliçe olarak seçmesini istiyor ve evliliği engellemeye çalışıyorlardı ama kral onları dinlemedi ve bu evlilik gerçekleşti. Birkaç ay geçmeden savaş patlak verdi ve kral ordusunun başına geçti, kraliçe ise ayrılık yüzünden gayet mutsuz, ardında kaldı. Barış sağlandığında ve kral döndüğünde, kralın yokluğunda kraliçenin ikiz bebekler doğurduğu ama ikisinin de öldüğü; Kraliçe'nin bunun üzerine delirdiği ve temiz dağ havasının zamanla onu iyileştireceği umuduyla mecburen dağda bulunan kuleye kapatıldığı söylendi krala.” “Peki söylenenler doğru değil miymiş?” diye sormuş kırlangıçlar heyecanla. “Tabii ki doğru değilmiş,” diye cevap vermiş şehirli hanım. Sordukları bu soru karşısında kırlangıçları biraz küçümsemiş. “Bebekler o anda bahçıvanın kulübesinde kalıyorlarmış ama o gece kâhya gelmiş, bebekleri kristal beşiğe koymuş ve onları nehre götürmüş.” “Beşik tüm gün boyunca zarar görmeden su üstünde ilerlemiş, dere derin olmasına rağmen oldukça durgunmuş ve bebekler zarar görmemiş. Arkadaşım yalıçapkınının bana dediğine göre nehir kıyısında yaşayan bir balıkçı,  sabah onları kurtarmış.”

Çocuklar bankın üstünde uzanmış, sohbeti bu noktaya kadar tembelce dinliyorlarmış. Ama üvey annelerinin onlara anlatmaya bayıldığı kristal beşiğin hikâyesini duyduklarında, doğrulup birbirlerine bakmışlar. “Kuşların dilini öğrendiğim için ne kadar mutluyum!” demiş biri diğerine gözleriyle konuşarak.

Tam bu sırada kırlangıçlar tekrar konuşmaya başlamışlar. “Bu aslında büyük talihmiş!” diye bağırmışlar. “Çocuklar büyüdüğünde, babalarının yanına dönüp annelerini serbest bıraktırabilirler.” Şehirli kırlangıç başını sallayarak, “Düşündüğünüz kadar kolay değil o iş,” diye cevap vermiş. “Çünkü kralın çocukları olduklarını ve annelerinin de delirmediğini kanıtlamak zorundalar. Aslında bu o kadar zor ki bunu krala kanıtlamanın sadece bir yolu var.” “Nedir o yol?” diye bağırmış bütün kırlangıçlar hep bir ağızdan. “Sen bunu nereden biliyorsun?” “Biliyorum çünkü bir gün saray bahçesinden geçerken, bir guguk kuşuyla karşılaştım,” diye cevap vermiş şehirli kırlangıç. “Bilirsiniz guguk kuşları daima geleceği görürmüş gibi davranır. Sarayda olanları ve geçmiş yıllarda olan olayları konuşmaya başlamıştık. ‘Bakanların yaptığı kötülüğü açıklayabilecek ve krala ne kadar hatalı olduğunu gösterebilecek tek kişi insanların dilini konuşabilen Doğrucu Kuş'tur” demişti bana. “Bu kuş nerede bulunur? diye sormuştum. ‘Tüm gün sadece on beş dakika uyuyan kötü bir devin koruduğu bir kaleye kapatıldı,’ diye cevap vermişti guguk kuşu.” “Bu kale neredeymiş?” diye sormuş köylü kırlangıç. O da diğer kırlangıçlar ve çocuklar gibi büyük bir ilgiyle dinliyormuş. “İşte bunu bilmiyorum,” diye yanıt vermiş arkadaşı. “Size tek söyleyebileceğim, buraya uzak olmayan bir kulede yaşayan yaşlı bir cadı var ve yolu bir tek o biliyor. Ancak rengârenk çeşmeden büyü yapmakta kullandığı suyu kendisine getirmeye söz verecek kişiye öğretirmiş yolu. Ama Doğrucu Kuş'un saklandığı yeri asla söylemezmiş, çünkü ondan nefret ediyormuş. İmkânı olsa onu öldürürmüş ama o da iyi biliyormuş ki bu kuş ölümsüz olduğu için öldürülemezmiş. O nedenle kuşu yakınındaki Gel ve Asla Gitme Kalesi'nde kapalı tutmaya devam ediyormuş ve sesi duyulmasın diye ağzını tıkamakla görevli Kötü Niyet Kuşları gece gündüz nöbet tutuyorlarmış.” “Kaleye ulaşmayı başarırsa, bu zavallı kişiye kuşu bulacağı yeri söyleyebilecek başka kimse yok mu?” diye sormuş köylü kırlangıç. “Çölde inzivaya çekilmiş bir baykuştan başka hiç kimse yok,” diye cevap vermiş şehirli kırlangıç. “Bu baykuş insanların konuştukları dilden sadece bir kelime biliyor. O kelime de ‘haç’. Prens oraya gitmeyi başarsa bile, baykuşun söylediğini asla anlamayacaktır. Bakın! Güneş denizin derinliklerindeki yuvasına doğru alçalmaya başlamış. Benim de yuvama dönmem gerek. İyi geceler arkadaşlar, iyi geceler!”

Kırlangıç uçup gitmiş. Bu beklenmedik hikâyeyi öğrenmenin verdiği keyifle hem açlıklarını hem de yorgunluklarını unutmuş olan çocuklar ayağa kalkıp kırlangıcın uçtuğu yönü takip etmişler. İki saat yürüdükten sonra, büyük bir şehre varmışlar. Bu şehrin, babalarının krallığının başkenti olduğunu anlamışlar. İçinin iyiliği yüzüne yansımış bir kadını evinin kapısında dikilir görünce, bu gece onları misafir edip edemeyeceğini sormuşlar. Kadın çocukların güzelliğinden ve kibar davranışlarından o kadar etkilenmiş ki onları sıcak bir şekilde karşılamış.

Ertesi sabah ortalık yeni yeni aydınlanırken kız odaları süpürmüş, kardeşi de bahçeyi sulamış. Böylece kadın aşağı indiğinde, ona yapacak bir iş kalmadığını görmüş. Bu durumdan çok hoşnut olan kadın onunla kalmaları için çocuklara yalvarmış. Çocuk kız kardeşini memnuniyetle kadının yanında bırakabileceğini, ama kendisinin yapması gereken çok önemli bir işinin olduğunu ve artık gecikmemesi gerektiğini kadına söylemiş. Çocuk onlarla vedalaşmış ve yola çıkmış.

Oğlan üç gün boyunca sapa yollarda dolaşmış ama ortalarda kuleden eser yokmuş. Dördüncü günün sabahında durum yine aynıymış. Çocuk içini kaplayan umutsuzlukla kendini bir ağacın altına atmış ve elleriyle yüzünü kapatmış. Kısa bir süre sonra başının üstünde bir hışırtı işitmiş. Yukarı baktığında, canlı gözlerle kendisini izleyen bir üveyik görmüş. Güvercine kuş dilinde seslenerek “Güvercin!” diye bağırmış çocuk. “Yalvarıyorum sana. Gel ve Asla Gitme Kalesi nerededir söyle bana.” “Zavallı çocuk” demiş güvercin. “Böyle imkansız bir maceraya atılman için seni buraya kim gönderdi?” “İyi veya kötü talihim,” diye cevap vermiş çocuk “Hangisi olduğunu bilmiyorum.” “Oraya gitmek için rüzgârı takip etmelisin. Rüzgâr bugün kaleye doğru esiyor.”

Çocuk güvercine teşekkür etmiş ve rüzgârı takip etmiş. Rüzgârın estiği yönü değiştirmesinden ve kendisini yanlış yerlere sürüklemesinden daima endişeleniyormuş. Ama rüzgâr çocuğa acımış ve daima aynı yönde esmiş.

Attığı her adımda etraf daha da kasvetli hale geliyormuş. Gece çöktüğünde, karanlık ve çıplak kayaların arkasında duran daha karanlık şeyi görebiliyormuş. Bu, cadının yaşadığı kuleymiş. Kapının tokmağını tutup kapıya üç kez sertçe vurmuş. Ses, etraftaki kayaların oyuklarında yankılanmış.

Kapı yavaşça açılmış. Eşikte yüzüne doğru mum tutan yaşlı bir kadın belirmiş. Kadının yüzü o kadar çirkinmiş ki çocuk istemsizce geri adım atmış. Kadının hem kendisinden hem de onu çevreleyen kertenkelelerden, böceklerden ve diğer hayvanlardan korkmuş. “Sen kim oluyorsun da kapımı çalmaya ve beni uyandırmaya cesaret ediyorsun?” diye bağırmış kadın. “Çabuk bana ne istediğini söyle yoksa senin için kötü olur.” “Hanımefendi, Gel ve Asla Gitme Kalesi'ne giden yolu bir tek sizin bildiğinize inanıyorum. Yolu göstermeniz için size yalvarıyorum.” “Çok güzel,” demiş cadı gülümseyerek, “ama geç oldu, yarın gidersin. Şimdi geç içeri, benim kertenkelelerle uyursun.” “Kalamam,” demiş çocuk, “Şafak sökmeden önce başladığım yere geri dönebilmek için hemen gitmeliyim.” “Eğer yolu sana söylersem, bu testiye kalenin avlusundaki kaynaktan akan rengârenk sudan doldurup bana getireceğine söz verir misin? Eğer sözünü tutamazsan, seni sonsuza dek kertenkeleye çeviririm,” demiş cadı. “Söz veriyorum,” demiş çocuk. Yaşlı kadın çok zayıf bir köpeği çağırıp ona şöyle demiş: “Gel ve Asla Gitme Kalesi'nin yolunu şu çocuğa göster. Arkadaşıma çocuğun kaleye geleceğini haber verirken dikkatli ol.” Köpek ayağa kalkıp silkelenmiş ve yola çıkmış.

İki saat yürüdükten sonra büyük ve kasvetli bir kalenin önünde durmuşlar. İçeride yaşam belirtisi olarak ne bir ses ne de bir ışık olmasına rağmen kalenin kapıları ardına kadar açıkmış. Köpek onları bekleyen şeyi biliyor gibiymiş, vahşice uluduktan sonra yürümeye devam etmiş. Ama devin uyuduğu zamana denk gelip gelmediklerinden emin olmayan çocuk, köpeği takip etmekte tereddüt etmiş ve bir süreliğine yakındaki bir yabani zeytin ağacının altında durmuş. Çocuğun güvercinden ayrıldığından beri gördüğü tek ağaç buymuş. “Tanrı yardımcım olsun!” diye bağırmış çocuk. “Haç, haç!” demiş bir ses yukarıdan. Çocuk kırlangıcın bahsettiği baykuşun sesi olması gerektiğini anlayarak sevinçten havalara uçmuş ve kuş dilinde konuşarak alçak sesle şöyle demiş: “Ah bilge baykuş, beni koruman ve bana yol göstermen için sana yalvarıyorum. Çünkü Doğrucu Kuş'u arayıp bulmak için geldim. Ama ilk önce bu testiyi kalenin avlusundaki rengârenk suyla doldurmam gerek.” “Sakın buna kalkışma,” demiş baykuş. “Testiyi rengârenk suyun aktığı çeşmenin yakınında fokurdayan kaynaktan doldur. Daha sonra, büyük kapının karşısındaki kuşhaneye gir, ama orada bulunan parlak tüylü kuşlara dokunmamaya dikkat et. Hepsi sana kendisinin Doğrucu Kuş olduğunu haykıracaktır. Yalnızca bir köşeye saklanmış olan küçük, beyaz kuşu seç. Diğer kuşlar bu kuşun ölümsüz olduğunu bilmeden sürekli onu öldürmeye çalışıyorlar. Ve çok çabuk ol! Çünkü dev şu anda uyuyor. Bütün bunları yapmak için sadece on beş dakikan var.”

Çocuk olabildiğince hızlı koşmuş ve iki kaynağın yan yana olduğunu gördüğü avluya girmiş. Rengârenk suya bakmadan yanından geçip gitmiş. Kavanozu suyu temiz ve saf olan çeşmeden doldurmuş. Ardından hızla kuşhaneye girmiş. Kapıyı ardından kapattığı gibi kopan yaygaradan neredeyse sağır olacakmış. Tavus kuşları, kuzgunlar ve saksağanlar kendilerinin Doğrucu Kuş olduğunu iddia ediyorlarmış. Çocuk kararlı bir tavırla hepsinin yanından geçmiş. Aradığı küçük, beyaz kuşun vahşi karga sürüsü tarafından kuşatıldığı köşeye yürümüş. Kuşu dikkatle göğsüne koyduktan sonra, Aldatıcı Kuşların çığlıklarını arkasında bırakarak dışarı çıkmış.

Dışarı çıkar çıkmaz cadının kulesine koşmuş ve testiyi cadıya uzatmış. “Papağana dönüş!” diye bağırmış cadı ve suyu çocuğun üstüne dökmüş. Ama çocuk daha öncekiler gibi şekil değiştirmek şöyle dursun on kat daha yakışıklı olmuş çünkü su güzellik veren büyülü bir suymuş, zarar veren türden değilmiş.. Cadının etrafında sürünen kalabalık alelacele kendini suyun içine atmış ve hepsi tekrar insan halinde ayağa kalkmış.

Cadı olup biteni görünce, süpürgesine atlayıp gitmiş.

Kız kardeşi onu Doğrucu Kuş'u tutarken görse kim bilir ne kadar sevinirmiş. Çocuk yapması gerekenlerin çoğunu başarmasına rağmen geriye çok zor bir adım kalmış. Doğrucu Kuş'un, yaptıkları kötülüğün anlaşılmasıyla bozguna uğrayacak saray görevlileri tarafından ele geçirilmeden krala götürülmesi gerekiyormuş.

Nasıl olmuş bilinmez Doğrucu Kuş'un sarayın etrafında uçmaya başladığına dair söylentiler kulaktan kulağa yayılmış. Saray görevlileri Doğrucu Kuş'un krala ulaşmasına engel olmak için binbir türlü hazırlık yapmışlar.

Keskin ve zehirli silahlar hazırlamışlar. Doğrucu Kuş'un peşine düşmeleri için kartalları ve doğanları göndermişler. Kuşu öldürmeyi başaramazlarsa, onu hapsedecekleri kafesler ve yuvalar yapmışlar. Siyah tüylerini gizlemek için beyaz tüylerini kabarttığını söylemişler. Aslında kralın kuşu görmesini veya söylediklerini dikkate almasını engellemek için yapmayacakları şey yokmuş.

Bu tip olaylarda sık sık yaşandığı gibi, saray görevlilerinin korktukları başlarına gelmiş. Doğrucu Kuş hakkında o kadar çok konuşuyorlarmış ki en sonunda kral kuşun bahsini duymuş ve onu görmek istediğini söylemiş. Kralın önüne ne kadar çok zorluk çıkarırlarsa, kralın kuşu görme isteği o kadar çok artıyormuş. Kral en sonunda Doğrucu Kuş'u bulan kişinin kuşu hemen ona getirmesi için ilan yayınlamış.

Çocuk bu ilanı görür görmez kız kardeşini çağırmış ve birlikte saraya koşmuşlar. Çocuk kuşu gömleğinin içine koymuş. Beklendiği gibi, saray görevlileri yolu kapatıp çocuğun içeri giremeyeceğini söylemişler. Bu yaptıkları boşunaymış çünkü çocuk sadece kralın emirlerine uyacağını söylemiş. Saray görevlilerinin dediğine göre kral daha uyanmamış. Kralı uyandırmak da yasakmış.

Onlar böyle konuşadursun, kuş aniden havalanıp açık bir pencereden kralın odasından içeri süzülerek sorunu çözmüş. Kuş kralın başının yakınında bulunan yastığın üstüne konduktan sonra, başını saygıyla eğerek kralı selamlamış ve konuşmaya başlamış: “Saygıdeğer kralım, ben görmek istediğiniz Doğrucu Kuş'um. Sizinle bu şekilde konuşmak zorunda kaldım çünkü beni buraya getiren çocuğu görevlileriniz sarayın dışında tutuyor.” “Yaptıkları saygısızlığın bedelini ödeyecekler!” demiş kral. Görevlilerinden birine çocuğu derhal odasına getirmesini emretmiş. Çok geçmeden kız kardeşiyle el ele tutuşan prens odaya girmiş. “Kimsin sen?” diye sormuş kral. “Doğrucu Kuş sende ne arıyor?” “Eğer isterseniz, Doğrucu Kuş'un kendisi bunu size açıklasın” diye cevap vermiş çocuk.

Kuş her şeyi açıklamış. Kral yıllardır tıkır tıkır işleyen planı ilk kez duymuş. Gözyaşları içinde çocuklarına sarılmış ve onlarla birlikte kraliçenin kapatıldığı dağdaki kuleye koşmuşlar. Zavallı kadın mermer kadar beyazmış çünkü yıllardır neredeyse karanlıkta yaşıyormuş ama kocasını ve çocuklarını gördüğünde yüzüne renk gelmiş ve her zamanki gibi güzelleşmiş.

Hepsi şenliklerin düzenlendiği şehre dönmüş. Kötü saray görevlilerinin malları mülkleri ellerinden alınmış ve hepsi idam edilmiş. İyi huylu yaşlı çiftimize gelince, kendilerine zenginlik ve şeref bahşedilmiş, hayatlarının sonuna kadar sevilmiş ve değer görmüşler.

Çeviren: Ayşe Ongun
Editör: Nuray Önoğlu
İspanyol masalı

Comments

  1. This comment has been removed by a blog administrator.

    ReplyDelete

Post a Comment

Popular posts from this blog

BİR GÖZ, İKİ GÖZ, ÜÇ GÖZ ♫

GEYİK PRENS VE KIZ KARDEŞİ

KRİSTAL KÜRE