BÜYÜLÜ GEYİK




Günlerden bir gün bir genç adam, Erin’de, geminden tuttuğu yük beygirini peşi sıra çekerek yürümekteymiş. Fakir anacığını düşünüp durur, balıkçılık yaparak geçimlerini sağlayan babası boğulduğundan, anası ile kendisinin geçimini sağlamak için bir çare ararmış. Birdenbire omzuna bir el uzanıp bir ses ona şöyle demiş: “Atını bana satar mısın ey balıkçının oğlu?” Genç adam başını kaldırıp bakmasıyla yolun orta yerinde elinde bir tüfek, omuzunda bir şahin ve yanında bir köpek ile dikilen bir adam görmüş. “Atımın karşılığında bana ne verirsin?” diye sormuş genç adam.  “Tüfeğini, köpeğini ve şahinini verir misin?” “Veririm,” diye cevaplamış adam ve o atı almış; genç adam da tüfeği, köpeği ve şahini alıp evine götürmüş.

Gelin görün ki annesi bu yaptığını duyunca küplere binmiş, eline sopayı alıp genç adamı bir temiz dövmüş. “Şimdi anlamışsındır benim malımı satmak ne demek,” demiş kadın sonunda kolları yorgun düşünce, ama oğlu ona hiç karşılık vermeden yatağına çekilmiş zira her yanı dayaktan sızlıyormuş.

Genç adam o gece usulca uyanıp tüfeği da yanına alarak evi terk etmiş. Burada kalıp dayak yemeye niyetim yok, diye düşünmüş ve tekrar gün ağarıncaya kadar dere tepe yürüdükten sonra karnı çok acıkınca karnını doyuracak bir şeyler bulmak umuduyla etrafa bakınmaya başlamış. 

Az ötede bir çiftlik evi farkedince gidip kapısını çalmış; çiftlik sahibi ve karısı kahvaltılarını paylaşmak için içeri buyur etmişler onu. “Demek bir tüfeğin var,” demiş çiftlik sahibi, genç adam tüfeğini bir köşeye dayarken. “İşte bu çok iyi, zira mısırıma dadanmış bir geyik var, her akşam geliyor fakat bir türlü yakalayamadım. Seni karşıma kader çıkarttı.”  Kendisine edilen iyiliği karşılıksız bırakmak istemeyen genç adam, “Memnuniyetle bekler ve o geyiği senin için vururum,” demiş ve o gece pusuya yatmış ve geyik gelinceye dek mısır tarlasını gözlemeye koyulmuş; tam tüfeği omzuna alıp tetiği çekmesi gereken o anda bir de bakmış ki ne görsün! Karşısında geyik değil, upuzun simsiyah saçlı bir kadın duruyormuş. Gördüğü bu manzaranın şaşkınlığıyla tüfeği elinden az kalsın düşecekken, bir de bakmış yine mısırları yiyen geyik peyda olmuş karşısında. Bu böyle ard arda üç kere tekrarlanmış, ta ki geyik çalılıklara doğru kaçana ve genç adam da ardından kovalamaya başlayana kadar.

Böylece koşmuşlar, koşmuşlar, koşmuşlar, ta ki çatısı süpürgeotuyla çatılmış bir kır evine ulaşana kadar. Geyik bir çırpıda çatıya sıçrayıvermiş ve uzanıp kimsenin göremeyeceği şekilde gizlenmiş; gizlenirken de şöyle seslenmiş: “İçeri gir balıkçının oğlu, gönlünce ye iç fırsatın varken.” Böylece balıkçının oğlu içeri girmiş; masada yiyecek ve şarap varmış, ancak içeride hiçkimsecikler yokmuş; zira ev haydutlara aitmiş ve onlar da o sırada bir yerlerde pis işler peşindeymişler.

Balıkçının oğlu Ian, karnını dilediğince doyurduktan sonra, kocaman bir fıçının ardına saklanmış. Çok geçmeden birtakım gürültüler duymuş; fundalıklardan doğru eve gelen adamların ayaklarının altında ezilen otların sesiymiş bu. Genç adam saklandığı karanlık köşeden hepsi de iri yarı, sinirli görünüşlü yirmi dört adam saymış.

“Birisi yemeklerimizi yemiş,” diye vaveyla koparmışlar,  “oysa bize bile zor yeterdi olanlar.” “Bakın, şu fıçının ardına saklanan adam yapmış bu işi,” demiş reisleri. “Varın alın canını sonra gelip yemeğinizi yiyin ve uyuyun zira yarın erkenden yola koyulmamız gerekli.”

Böylece haydutlardan dördü balıkçının oğlunu öldürüp cesedini öylece ortada bırakmış ve yataklarına yollanmışlar.

Şafak vakti hepsi yola koyulmuş, zira  yolları uzunmuş. Haydutlar gözden yiter yitmez, geyik çatıdan aşağı inmiş, boylu boyunca yatan ölünün yanına gelmiş ve başını bir sallamasıyla kulağından çıkan mumsu bir sıvı genç adamın üzerine serpilmiş Ian dipdiri ayağa kalkmış.

Geyik genç adama, “Bana güven ve evvelce yaptığın gibi yiyebildiğin kadar ye, başına hiçbir kötülük gelmeyecek,” demiş. Böylece Ian yiyip içmiş ve fıçının dibinde uyuyakalmış. Akşam olunca haydutlar pek yorgun ve dünkünden de beter bir öfkeyle geri gelmişler zira talihleri yaver gitmemiş ve eli boş dönmüşler eve.

“Yine yemiş birileri bizim akşam yemeğimizi,” diye gürlemiş hepsi birden. “İşte şu fıçının altına saklanmış adam yapmış bu işi,” diye karşılık vermiş reisleri. “Varın dördünüz öldürün şu herifi, ama evvela önceki akşam adamı öldürdük diye numara yapan şu dört kişiyi gebertin, baksanıza adam ölü falan değil.” Böylece Ian öldürülmüş ikinci defa ve kalan haydutlar yemeklerini yedikten sonra yatıp sabaha kadar uyumuşlar.

Çok geçmeden güneşin ilk ışkları düşünce üstlerine, kalkıp yolu tutmuşlar. Derken geyik yine gelmiş, yine şifalı sıvıyı serpmiş üzerine ve genç adam sapasağlam kendine gelmiş. Ian bu kez zaten akibetinden hiç şüphe etmemiş; geyiğin kendini iyi edeceğinden eminmiş ve o günün akşamı daha önce olan yine olmuş: balıkçının oğlu ile beraber dört haydut daha öldürülmüş ama geride kalanlara hiç mi hiç yemek kalmadığından öfkeden çılgın halde başlamışlar tartışmaya. Tartışmalar kavgaya dönüp de iş çığırından çıkınca hepsi cansız halde yere serilmiş sonunda.

Derken geyik gelmiş ve balıkçının oğlunu diriltip kendisini takip etmesini söyleyerek onu sonunda ihtiyar bir kadınla kara kuru oğlunun yaşadığı küçük, beyaz bir kulübeye varıncaya kadar koşturmuş.  “Şimdi gitmem gerek,” demiş geyik “ancak yarın öğle vakti şu ötedeki kilisede buluşalım,” deyip dereden atladığı gibi ormanın içinde gözden yitivermiş.

Ertesi gün genç adam kiliseye gitmek üzere yola koyulmuş ama kulübedeki yaşlı kadın ondan önce kiliseye gitmiş ve kilise kapısının aralığına “ızdırap dikeni” denen bir ağulu değnek koymuş ki genç adam eşikten geçerken sürtünsün. Kiliseye girerken ızdırap dikenine sürtünen genç adama öyle derin bir uyku çökmüş ki ayakta duramaz olmuş, kara kuru oğlanın kendini izlediğinden bihaber kendini yerden atmış ve derin bir uykuya gömülmüş. Hiçbir şey onu uyandıracak güçte değilmiş: ne müziklerin en güzelinin sesi ne de üzerine eğilen genç kadının dokunuşları. Yüzüne kederli bir ifade gelip oturmuş, genç kadın çabalarının çare olmayacağını anlayınca pes etmiş ve genç adamın kolunun yan tarafına nişan olsun diye kendi adını yazıvermiş: “Dalgalar altındaki şehrin kralının kızı.”
Genç adamın onu duyması mümkün olmamasına rağmen, “Yarın geleceğim” diye fısıldamış kulağına, kederler içinde uzaklaşmış oradan.

Derken genç adam uyanmış ve kadının kara kuru oğlu Ian’ın ne kadar üzülüp perişan olduğunu görünce, nasıl bir büyünün etkisine olduğunu anlatmış. Ama genç adamın kolunun altına yazılı isimden ona hiç bahsetmemiş.

Ertesi gün balıkçının oğlu tekrar kiliseye varmış; bu sefer ne olursa olsun uyumamaya kararlıymış, ancak içeri girme telaşı ile eli ızdırap dikenine yine dokununca olduğu yere çöküp derin bir uykuya yuvarlanmış. Bir kere daha etraf bir tatlı müzikle domuş, genç kadın usulca içeri girmiş ancak başını dizlerine alıp altın bir tarakla saçını taramasına rağmen genç adam gözlerini açmamış. Böylece genç kadın gözyaşlarına boğulmuş, genç adamın son derece ince işçilikle yapılmış güzel bir kutu bırakıp oradan ayrılmış.

Bir sonraki gün genç adamın başına yine aynı şey gelince, genç kadın daha da bir kederle gözyaşı dökmüş, zira bunun son şansı olduğu, bir daha gelmesine müsaade edilmeyeceği ve evine dönmesi gerektiği söylenmiş.

Genç kadının oradan ayrılması ile balıkçının oğunun uyanması bir olmuş ve yaşlı kadının kara kuru oğlu ona genç kadının onu ziyaretinden bahsetmiş ve artık yaşadığı müddetçe genç kadını bir daha asla görme imkanı olamayacağını söylemiş. Balıkçının oğlu bunları duyunca soğuk bir el sıkmış kalbini adeta, ama uykuya yenik düşmenin kendi suçu olmadığını da biliyormuş.

 “Bütün dünyayı karış karış arayacağım ta ki onu bulana kadar,” diye haykırmış genç adam ve bunu duyan kara kuru oğlan dediklerini duyunca gülmüş. Ancak balkçının oğlu onu umursamaksızın çıkmış yola; güneşi takip ederek günler günler boyunca çarıkları delik deşik olana, ayakları nasır tutana kadar yürümüş.  

Ne bir keçi ne bir tavşan görmüş; yuvaların ağaçlara kurmuş kuşlardan başka bir canlıyla karşılaşmamış. Az gitmiş, uz gitmiş ve kapısında bir kadının dikiledurduğu küçük bir ev görmüş.“Selam sana balıkçının oğlu!” diye seslenmiş kadın. “Ne aradığını biliyorum. Gir içeri, dinlen ve karnnı doyur, yarın olunca sana elimden gelen yardımı yapacak ve uğurlayacağm seni.”

Balıkçının oğlu Ian, memnuniyetle teklifi kabul etmiş ve tüm gün dinlenmiş orada, kadının verdiği merhemle ayaklarının yaralarını iyileştirmiş. Gün ağararıken gitmeye hazır uyanmış ve kadın onu uğurlarken şöyle demiş: “Tutman gereken yol üzerinde ikamet eden bir kız kardeşim var. Uzun bir yoldur, ulaşması bir yıl bir gün sürer, ancak bu delik deşik kahverengi çarıkları giyersen, ne olduğunu anlamadan kendini orada buluvereceksin. Sonra onları şöyle bir salla ve baş taraflarını ayana, topuklarını gayba çevir, kendileri eve geri döneceklerdir.
Balıkçının oğlu kadının tembihlediği gibi yapmış ve her şey tam da onun dediği gibi gerçekleşmiş. Kadının kız kardeşinden ayrılırken bu kere o da bir başka çift ayakkabı vermiş ve: “Üçüncü kızkardeşimize git zira onun bir oğlu vardır, gökyüzündeki kuşların muhafızıdır, geceleri hepsini uyusunlar diye yuvalarına yollar. Pek bilgedir, ihtimal ki sana bir yardımı dokunur.”

Böylece genç adam ona da şükranlarını sunmuş ve üçüncü kızkardeşe doğru yola koyulmuş. Üçüncü kızkardeş pek nazikmiş lakin genç adama verecek hiçbir öğüdü yokmuş böylece genç adam, kadının oğlu tüm kuşları uykuya yollayıp eve dönünceye kadar yiyip içerek onu beklemiş. Kadının oğlu, genç adamın hikayesini dinledikten sonra uzunca bir süre düşünmüş ve nihayetinde karnının aç olduğunu söyleyip ineğin akşam yemeği için kesilmesini buyurmuş. İnek kesilmiş, eti pişirilmiş ve derisinin kızıl yerinden de bir torba dikilmiş.
“Gir hele torbanın içine,” demiş kadının oğlu ve genç adam torbaya tüfeği ile birlikte girip köpeği ile şahinini dışarıda bırakmış. Kadının oğlu torbanın ağzını büzüp yemeğini bitirmek üzere bir kenara bırakmış. Derken içeri giren bir kartal torbayı pençeleriyle kaptığı gibi uçurup bir adaya kadar taşımış.

Adada yiyecek hiçbir şey bulamayan balıkçının oğlu açlıktan öleceğini düşünürken aklına genç kadının cebine koyduğu kutu gelmiş. Kutunun kapağını açar açmaz üç ufacık kuş peyda olup kanatlarını çarpar halde genç adama: “ Efendimiz, sizin için ne yapabiliriz,” diye sormuşlar. “Beni dalgaların altındaki kralın ülkesine götürün,” diye cevaplayınca, bir kuş kafasının üzerine diğer ikisinin de her biri bir omuzuna tünemiş, genç adam gözlerini kapamış ve o lahza kendini denizin altındaki ülkede bulmuş. Sonra kuşlar uçup gitmiş ve genç adamın kalbi bütün dünyada köşe bucak aradığı kadının yaşadığı yere geldiği düşüncesiyle hızla çarpmaya başlamış.

Sokaklarda yürürken bir dokumacının evine varmış; terzi işine mola vermiş, evinin kapısı önünde dinlenmekteymiş. “Buranın yabancısısın besbelli,” demiş terzi, “içeri buyur, sana yemek ve içki vereyim.” Nereye gideceğinden emin olmayan genç adam teklifi mamnuniyetle kabul etmiş ve akşamın geç saatine kadar oturup sohbet etmişler. “Benimle kal, istirham ederim, hem yalnızım hem de arkadaşlık etmeyi severim,” demiş dokumacı; bir yatak göstermiş ve genç adam yatağa serilip seher vaktine kadar güzel bir uyku çekmiş. “Bugün şehrimizde bir at yarışı koşulacak,” demiş dokumacı, “ve kazanan kimse kralın kızına eş olarak kabul edilecek.” Bu haberi duyan genç adam çok heyecanlanmış; öyle ki sesi titreyerek, “Ödül diye buna derim, bu yarışı ben de görmek isterim” demiş. “Pek kolay,” demiş dokumacı, “İsteyen herkes gidebilir. Seni şahsen götürmek isterdim lakin krala bir kıyafet için şu dokumayı yapmaya söz verdim.” “Çok yazık,” diye karşılık vermiş genç adam nezaketle fakat aslında bir sevinç duymuş zira tek başına gitmeyi istemekteymiş.

Evden çıknca bir koruluğa girmiş ve cebinden kutuyu çakarıp kapağını açınca üç küçük kuş yine peyda olmuş. “Efendimiz, sizin için ne yapabiliriz,” diye sorduklarında “Bana tüm atlar içindeki en iyi atı ve bir şık elbise ile camdan ayakkabılar getirin,” buyurmuş. “Buyrun efendimiz,” demiş kuşlar ve istekleri genç adamın karşısına gelmiş, hepsi de genç adamın hiç görmediği kadar ihtişamlı imiş.

Atına atladığı gibi büyük yarış için atların toplandığı alana sürmüş ve o da diğer yarışçıların arasında yerini almış. Daha önce büyük yarışlar kazanmış pek çok aygırla yarışmasına rağmen, balıkçının oğlunun atı hepsini alt edip birinci gelmiş. Lakin kralın kızı gelip ödülü talep etmesi için onu boşuna beklemiş zira genç adam koruluğa geri dönüp atından inmiş, eski kıyafetlerini kuşanıp kutuyu kullanarak ceplerine altın doldurmuş. Dokumacının evine dönüp altınların kendisine yarışı kazanan adamın verdiğini söyleyerek bana gösterdiğin nezaket için bu altınlar sana vermek isterim demiş.

Kızına talip bir galip ortaya çıkmayınca, kral yeni bir yarış koşulmasını buyurmuş ve balıkçının oğlu bu kere de evvelkinden bile daha göz kamaştırıcı bir elbise içinde herkesi kolayca geride bırakmış. Lakin yine ödülünü talep etmemiş ve böylece üçüncü gün kimin galip geleceği öyle merak edilmiş ki adeta krallıktaki bütün halk yarışı görmek için toplanmış.

“Bu defa kendi rızası ile gelmez ise zorla getirtilsin” buyurmuş kral ve böylece genç adamın eşgalini evvelce görmüş olan muhafızlar sokak sokak onu aramak üzere şehre gönderilmiş. Bu iş günlerce sürmüş ve nihayet genç adam dokumacının evinde bulunmuş ancak öyle kir pas içinde ve çirkin imiş, öyle garip görünüyormuş ki onun aradıklar galip değil, fakat habire yakalayıp ellerinden kaçırdıkları azılı haydutlardan biri sanmışlar. “Evet bu o haydut olmalı,” demiş kral, balıkçının oğlunu huzuruna çıkardıklarında. “Tez bir darağacı kurun ve tebamn gözü önünde sallandırın ki herkes bu adamın suçlarının cezasını çekerken nasıl acı çektiğini görsün.”

Böylece darağacı yüksek bir yere kurulmuş, balkçının oğlu suçlu yahut masum her hükümlüye sorulduğu üzere son dileğini söylesin diye basamaklara çıkarılmış. Sözlerini beyan ederken bir an kolunu kaldırınca kralın yanı başında bulunan kızı genç adamın koluna kendi yazdığı yazıyı görmüş. Bir çığlık kopararak bulunduğu yerde fırlayınca herkesin bakışları ona dönmüş. “Durun, durun!” diye haykrmış ne dediğini dahi bilmez bir halde. “Eğer bu adam asılırsa, krallığın da bir canı kalmaz, ölür gider.” Koşarak balıkçının oğlunun durduğu yere varmış, elinden tutmuş ve babasına: “Baba, bu adam ne bir haydut ne de bir katil, bu adam üç yarışın galibi ve bana yaplmış büyüyü bozan kişi.”

Ardından, cevap almayı dahi beklemeden genç adamı saraya götürmüş, mermer banyolarda yıkamış ve perilerin  genç adama sürdüğü bütün kiri pasağı şıpınişi temizlenmiş; bir de prensesin yolladığı en iyi kumaşlardan yapılmış elbiseleri giyince Erin’deki herhangi bir kralın kzına layık bir eşe dönüvermiş. Kralın kızının kendisini beklediği büyük salona inmiş; birbirlerine diyecekleri onca şey var imiş, ancak zaman da bir o kadar kıt imiş, zira kral, kralın diğer kızı ile bütün o kalabalık hala onun dönüşünü beklemekteymiş.

“Beni nasıl buldun?” diye fısıldamış kadın genç adama koridorda yürürlerken. “Kutudaki kuşlar söyledi yerini,” diyebilmiş yalnızca, zira kendilerini bekleyen kalabalığın yanına varmışlar bile.

“Ey krallar” demiş genç kadın onlara doğru dönerek. “Eğer içinizden biri şurda öldürülse geri kalanınız arkasına bakmadan kaçardı, ancak bu genç adam tam üç kere bana güvendi ve üç kere kellesinin uçurulmasına razı geldi. İşte bu yüzden onunla evleneceğim, buraya gelip benimle evlenmek isteyen sizlerden biriyle evlenmektense. Zira nice krallar üzerimdeki büyüden beni kurtarmayı denedi ancak bir tek balıkçının oğlu Ian bunu başarabildi.”

Böylece prensesle Ian muratlarına ermiş, mutluluk içinde yaşayıp gitmişler.

Çeviren: Alpay Türker
Editör: Nuray Önoğlu
Kelt masalı

Comments

Popular posts from this blog

BİR GÖZ, İKİ GÖZ, ÜÇ GÖZ ♫

GEYİK PRENS VE KIZ KARDEŞİ

KRİSTAL KÜRE