SAHTE PRENS YA DA MUHTERİS TERZİNİN HİKAYESİ


Bir zamanlar Labakan adında, saygıdeğer bir genç terzi yaşarmış, İskenderiye’de akıllı bir ustanın yanında çalışırmış. Hiç kimse Labakan’ın ahmak ya da tembel olduğunu söyleyemezmiş, çünkü eğer canı isterse gayet iyi ve hızlı çalışırmış, ama onda tam da yolunda gitmeyen bir şeyler varmış. Kimi zaman elinde ateşli bir iğne ve yanan bir iplik varmışçasına hızlı bir biçimde dikermiş dikişi ama kimi zaman da düşüncelerinin içinde kaybolmuş bir halde, dalgın bakışlarla öylece otururmuş; öyle ki iş arkadaşları “Labakan yine aristokrat suratını takındı bugün,” derlermiş.

Cumaları, biriktirebildiği parayla aldığı zarif kaftanını giyer camiye gidermiş. Namazdan sonra geri dönerken ona “İyi günler!” ya da “Nasılsın dostum Labakan?” diyen bir arkadaşına rastlarsa, ona zarif bir biçimde elini ya da lütfedercesine başını sallarmış; eğer ustası, zaman zaman yaptığı gibi, “Gerçekten Labakan, bir prens gibi görünüyorsun,” derse; hoşnut olur ve “Senin de mi dikkatini çekti?” ya da “Eh, ben de epeydir öyle düşünüyorum,” diye cevap verirmiş.

İşler bir süre daha böyle gitmiş, ustası Labakan’ın garipliklerine katlanırmış çünkü bütün olarak bakıldığında Labakan iyi bir dost ve yetenekli bir işçiymiş.

Bir gün sultanın kardeşi İskenderiye’den geçmekteymiş ve resmi kaftanlarından birini düzelttirmek istemiş; böylece kaftanını usta terziye göndermiş, o da en iyi işçisi olan Labakan”a teslim etmiş.

Akşam herkes işyerinden ayrılıp da evlerine gidince, güçlü bir arzu Labakan’ı kraliyet kaftanının asılı olduğu yere sürüklemiş. Kaftanı uzun uzun seyretmiş, kıymetli dokumasına ve muhteşem nakışlarına hayran kalmış. En sonunda kendisini daha fazla tutamamış. Kaftanı giyip bir denemek istemiş, bakın şu işe ki kaftan sanki onun için biçilmiş gibi üstüne oturuvermiş.

“Benim bir prensten kalır yanım var mı?” diye sormuş kendisine, odada bir aşağı bir yukarı yürürken, “Ustam sık sık benim bir prens olmak için doğduğumu söylemez mi?”

Kendisini bilinmeyen bir hükümdarın oğlu gibi görüyormuş ve sonunda bir an önce yola düşüp kendisine uygun makamı arayıp bulmaya karar vermiş.

Bu muhteşem kaftanın kendisine nazik bir peri tarafından gönderildiğini düşünmüş ve böylesi kıymetli bir hediyeye aldırışsızlık etmemeye dikkat etmiş. Bütün birikimini yanına almış, gecenin karanlığına gizlenip İskenderiye’nin kapılarından geçip gitmiş.

Türedi prens gittiği her yerde bir hayli merak uyandırıyormuş çünkü şatafatlı kaftanı ve görkemli tavrı, yürüyerek seyahat eden birine pek uygun düşmüyormuş. Eğer birisi soru soracak olursa, gizemli bir havayla, ata binmeyişinin kendince sebepleri olduğunu söylemekle yetiniyormuş.

Gelin görün ki kısa süre sonra yürüyerek seyahat etmenin kendisini gülünç duruma düşürdüğünü fark etmiş ve nihayet, ucuza bulabildiği sessiz, sağlam ve yaşlı bir at satın almış.

Bir gün, Murva’nın (atına bu adı vermiş) üstünde rahvan giderken, arkasından bir atlı yetişmiş ve ona eşlik etmeyi teklif etmiş; böylece yolculuklarını hoş sohbetle geçirebilirlermiş. Yeni gelen neşeli, güleç, yakışıklı bir genç adammış, hemen konuşmaya dalıp sorular sormaya başlamış. Labakan’a asıl adının Ömer olduğunu, Elfi Bey’in yeğeni olduğunu ve amcasının ona ölüm döşeğinde verdiği bir emri yerine getirmek üzere seyahat ettiğini anlatmış. Labakan kendisi hakkında pek bilgi vermeye gönüllü değilmiş ama kendisinin de asil bir kişi olduğunu ve zevk için seyahat ettiğini çıtlatmış.

İki genç adamın birbirlerine kanları kaynamış ve atlarını beraber sürmüşler. Labakan yolculuklarının ikinci gününde, Ömer’e yerine getirmesi gereken emirlerin ne olduğunu sormuş ve işte bu hikâyeyi dinlemiş:

Kahire Paşası Elfi Bey, Ömer”i küçükken yanına alıp yetiştirmiş; Ömer kendi anne babasını hiç tanımamış. Elfi Bey ölüm döşeğindeyken Ömer”i yanına çağırıp aslında kendisinin yeğeni olmadığını, büyük bir kralın oğlu olduğunu; bu kralın, müneccimleri tarafından gelmekte olan kimi tehlikelere karşı uyarıldığını ve genç prensi uzaklara yollayıp onu yirmi ikinci yaş gününe kadar görmemeye yemin ettiğini anlatmış.

Elfi Bey Ömer”e babasının adını söylememiş, ama gelecek ayın dördüncü gününde ki o gün Ömer yirmi iki yaşında olacakmış, İskenderiye”nin doğusuna doğru dört günlük bir seyahate çıkmasını ve bir sütuna ulaşmasını istediğini açıkça dile getirmiş. Orada bazı adamlarla karşılaşacak ve onlara Elfi Bey’in kendisine verdiği bir hançeri teslim edecek ve “İşte geldim, aradığınız kişi burada,” diyecekmiş. Eğer “Seni koruyan peygambere şükürler olsun!” diye cevap verirlerse onları takip edecekmiş ve onlar da Ömer”i babasına götüreceklermiş.

Bu hikâye Labakan’ı epeyce şaşırtmış ve ilgisini çekmiş ama hikâyeyi dinledikten sonra Prens Ömer’e gıpta eden gözlerle ve kendisinin nice zamandır özlemini çektiği konumu, arkadaşının elde edecek olması karşısında duyduğu öfkeyle bakmaktan kendisini alamamış. Kendisini prensle karşılaştırmaya başlamış; kabul etmek zorunda kalmış ki arkadaşı gayet görgülü, hoş sözlü yakışıklı bir genç adammış. Aynı zamanda, eğer prensin yerinde olsaymış, saltanat sahibi herhangi bir babanın kendisi gibi bir oğlu olmasından gayet memnun olacağından da eminmiş.

Bu düşünceler gün boyu aklından çıkmadığı gibi gece de rüyalarına girmiş. Erkenden uyanmış ve Ömer”in sessizce, yüzünde mutlu bir gülümsemeyle uyuduğunu görmüş; zalim kaderin kendisini mahrum bıraktığı şeyleri, zorla ya da kurnazlıkla alma arzusu yükselmiş içinde. Bir geçiş belgesi görevi görecek olan hançer Ömer’in kuşağının arasında duruyormuş. Labakan usulca hançeri çekmiş ve bir an uyuyan prensin kalbine saplayıp saplamamak arasında gidip gelmiş. Ama cinayet işlemek istemiyormuş, o yüzden hançeri kemerine yerleştirmekle ve Ömer”in çevik atını kendisi için eyerlemekle yetinmiş. Prens Ömer uyanıp da kaybettiklerini anlayana kadar, Labakan hayli uzaklaşmış.

Labakan Ömer’in her şeye rağmen buluşma yerine kendisinden önce varabileceği korkusuyla iki gün boyunca durmadan at sürmüş. İkinci günün sonunda uzaktan büyük bir sütun görmüş. Sütun bir ovanın ortasındaki küçük bir tepenin üzerindeymiş ve çok uzaklardan görülebiliyormuş. Sütunu görür görmez Labakan’ın kalbi hızla çarpmaya başlamış. Her ne kadar, oynayacağı rol üzerine düşünmek için zamanı olmuş olsa da vicdanı onu rahatsız ediyormuş. Yine de, kral olmak için doğmuş olduğu düşüncesi ona güç vermiş ve cesurca yoluna devam etmiş.

Ortalık bomboş ve ıssızmış, neyse ki türedi prens yanında biraz yiyecek getirmiş, ne de olsa buluşma vaktine daha iki gün varmış.

Ertesi gün öğleye doğru, kendisine doğru gelen uzun bir at ve deve kafilesi görmüş. Kafile tepenin eteklerinde durmuş ve hayli görkemli görünen çadırlar kurulmuş. Görünüşten çok önemli ve maiyetiyle birlikte yolculuk eden birin kafilesi olduğu anlaşılıyormuş. Labakan bütün bu insanların kendisi için geldiği yönünde zekice bir tahmin yürütmüş, ama dileklerinin ancak dördüncü gün gerçekleşeciğini bildiğinden, sabrına hakim olmuş.

Doğan güneşin ilk ışınları mutlu terziyi uyandırmış. Atını eyerlemeye ve sütuna doğru sürmeye hazırlanırken, oynadığı oyunu ve gerçek prensin boşa çıkan umutlarını düşünerek pişmanlık duymaktan kendini alamamış. Ama ok yaydan çıkmış ve kibri kulağına o görkemli kralın arzu ettiği oğul olabilecek kadar yakışıklı olduğunu fısıldamış; üstelik, olan olmuş zaten. Bu düşüncelerle bütün cesaretini toplayıp atına atlamış ve bir çeyrek saatten kısa sürede tepenin eteklerine varmış. Burada atından inmiş, atını bir çalılığa bağlamış ve Prens Ömer’in hançerini çıkarıp tepeye tırmanmaya başlamış. Tepeye vardığında, sütunun dibinde duran mağrur, kralvari görünümlü, kır saçlı bir adamla, çevresini sarmış olan altı adam duruyormuş. Yaşlı adamın üzerinde altın işlemeli muhteşem bir kaftan varmış, omuzlarına bembeyaz kaşmir bir şal sarmış ve başında parıldayan değerli taşlarla süslü kar beyazı bir türban varmış; zengin ve soylu biri olduğu belliymiş. Labakan doğruca bu adama gitmiş, eğilmiş, hançeri uzatmış ve “İşte geldim, aradığınız kişi burada,” demiş. Yaşlı adam sevinç gözyaşları içinde “Seni koruyan peygambere şükürler olsun! Sarıl bana sevgili oğlum Ömer!” diye cevaplamış. Kibirli terzi bu vakur sözlerden derinden etkilenmiş, birbirine karışan sevinç ve utanç duyguları içinde yaşlı kralın kollarına atılmış.

Ama bu mutluluğun sefasını ancak çok kısa bir an sürebilmiş; kralın kollarından sıyrılınca tepeye doğru hızla gelen bir süvariyi görerek mutluluğu gölgelenmiş. Atlıyla atı tuhaf bir görüntü oluşturuyormuş; hayvan ya inattan ya yorgunluktan yürümek istemiyor, ayaklarını sürüyerek iyi kötü yürüyor; fakat binicisi elleri ve ayaklarıyla onu sürekli daha hızlı yürüsün diye zorluyormuş. Labakan eski atı Murva ve gerçek Prens Ömer’i hemencecik tanımış ama kötücüllüğü bir kez daha galip gelmiş ve ne pahasına olursa olsun gasp ettiği haklara sahip çıkmaya, yolundan dönmemeye karar vermiş. Daha uzaktayken, süvarinin el kol işaretleri yaptığını görmüşler; Murva’nın yavaş yürüyüşüne rağmen nihayet tepenin eteğine varmış ve atından indiği gibi hızla tepeye tırmanmaya koyulmuş.

“Durun!” diye bağırmış, “Her kimseniz, rezil bir düzenbazın size kandırmasına izin vermeyin. Ömer benim, lütfen başka bir ölümlünün adımı kötüye kullanmasına izin vermeyin.”

Olayların yönünün bu şekilde değişmesi, izleyenleri büyük bir şaşkınlığa itmiş. Özellikle bir Ömer’in bir Labakan’ın yüzüne bakan Kral iyice afallamış görünüyormuş. Bunun üzerine Labakan güçlükle takındığı bir sakinlik içinde konuşmuş, “Pek merhametli hükümdarım ve babam, bu adamın size kandırmasına izin vermeyin. Bildiğim kadarıyla kendisi Labakan isimli İskenderiyeli yarı deli bir terzi yamağıdır, öfkeden çok acımayı hak eder.”

Bu sözler prensi çileden çıkarmış. Öfkeden köpürmüş halde Labakan’ın üstüne yürümeye kalkmış ama hizmetkârlar öne atılıp onu sıkıca tutmuşlar; bu sırada kral “Sahiden de sevgili oğlum, zavallı adam epey sinirli. Onu bağlayalım da bir deveye bindirelim. Belki ona yardım edebiliriz,” demiş.

Prensin o ilk öfkesi dinmiş, gözyaşları içinde krala “Kalbim sizin benim babam olduğunuzu söylüyor ve annemin hakkı için, yalvarırım beni dinleyin,” diye seslenmiş. “Eyvahlar olsun! Allah saklasın!” demiş kral, “Saçmalamaya başladı bile. Nerden geliyor bu zavallı adamın aklına bu böyle delice fikirler?” Bu sözleri ettikten sonra kral Labakan’ın koluna girmiş ve ona yaslanarak tepeden aşağı inmeye koyulmuş. İkisi de görkemle donatılmış atlara binmişler ve kafilenin başını çekerek ova boyunca atlarını sürmeye başlamışlar. Talihsiz prens eli ayağı bağlı bir halde bir deveye bindirilip güzelce bağlanmış. İki yanındaki iki muhafız dikkatle her hareketini gözetliyormuş.

Yaşlı kral Vahhabi Sultanı Saşid imiş. Yıllarca çocuğu olmamış ama en sonunda uzun zaman hasretini çektiği oğlu doğmuş. Fakat çocuğun geleceğini sorduğu bütün kâhinler ve müneccimler, çocuğun yirmi iki yaşına gelene kadar bir düşman tarafından yaralanma tehlikesi içinde bulunduğunu söylemişler. Bu yüzden, işi iyice sağlama almak isteyen Sultan, prensi güvenilir dostu Elfi Bey”e emanet etmiş ve kendisini çocuğunu görme mutluluğundan yirmi iki yıl boyunca mahrum etmiş.

Sultan bütün bunları sözde oğlu Labakan’a anlatmış; onun görünüşünden ve ağırbaşlı tavırlarından çok hoşlanmış.

Kendi yurtlarına vardıklarında Sultan’ın tebaasının büyük sevinç gösterileriyle karşılanmışlar, çünkü prensin sağ salim döndüğüne dair haber, amansız bir yangın hızıyla yayılmış; her kasaba her köy çiçek taklarıyla, dallarla donatılmış; evler parlak renkli halılarla süslenmiş ve ahali buraları sevinç ve şükran çığlıkları içinde hıncahınç doldurmuş. Bütün bunlar Labakan”ın mağrur kalbini mest ediyormuş, talihsiz Ömer ise sessiz bir öfke ve çaresizlik içinde arkasından geliyormuş. Binlerce insan hep bir ağızdan “Ömer! Ömer!” diye haykırıyor ama o ismin gerçek sahibine kimse dikkat etmiyormuş. Olup olacağı bir iki kişi niye öyle sımsıkı bağlanmış götürülmekte olduğunu soruyor, prensin ürkmüş kulaklarına, muhafızların verdiği “Deli bir terzi sadece,” cevabı erişiyormuş.

Nihayet başkente ulaşmışlar, burada halk şenlikleri her yerdekinden daha görkemli ve şaşaalı imiş. Muhteşem görünümlü yaşlıca bir kadın olan kraliçe sarayın en büyük ve görkemli salonunda onları bekliyormuş, bütün maiyeti etrafındaymış. Karanlık çökmekteymiş, etrafa asılmış yüzlerce renkli lamba, geceyi güne çevirmek için yakılmış.

Kafile saraya ulaştığında artık karanlık çökmüş. Ortalığı gündüz gibi aydınlatan, renkli, yuvarlak lambalar yanıyormuş salonda. En parlak en renkli lambalar, salonun kraliçenin bir taht üzerinde oturduğu uzak kısmını aydınlatıyormuş. Taht som altından yapılmış, üzeri iri ametist taşlarıyla işli olan dört ayağın üzerinde duruyormuş. Kraliyetten dört önemli soylu kişi, kraliçenin üzerinde kırmızı bir ipek sayvanı tutuyorlar ve Medine Şeyhi tavus kuşu tüyünden yapılma bir yelpaze ile kraliçeyi serinletiyormuş. Kraliçe böylece kocasını ve doğumundun bu yana yüzünü görmediği oğlunu bekliyormuş. Fakat hasret kaldığı oğlunu rüyalarında öyle çok görmüş ki bin kişinin arasında olsa, şıp diye tanırmış.

Borazanların ve davulların sesi, bağırışlar, alkışlar, uzun zamandır beklenen anın geldiğini haber veriyormuş. Kapılar hızla açılmış, yerlere kadar eğilen saray nedimleri ve hizmetçilerin oluşturduğu sıranın arasından kral, oğlu gibi davranan adamın elinden tutmuş, tahta doğru ilerlemiş.

“İşte,” demiş, “yıllardır hasretini çektiğin kişi geldi.” Ama kraliçe onun sözünü kesmiş. “Bu benim oğlum değil!” diye haykırmış. “Peygamberin bana rüyamda gösterdiği yüz değil bu!” Kral tam batıl inançlarından dolayı karısını paylayacakmış ki salonun kapısı hızla açılmış ve Prens Ömer içeriye dalmış; ellerinden bütün gücünü kullanarak kurtulduğu muhafızlar da peşinden geliyormuş. Kendini tahtın önünde yere atmış, “Burada öleyim; zalim babam, beni öldürün gitsin, bu utanca daha fazla dayanamam,” diye haykırmış.

Bu sözler karşısında herkesin kafası karışmış ve talihsiz adamın etrafını sarmış; tam muhafızlar onu zapt etmek, yeniden elini ayağını bağlamak üzereymiş ki ilk başta şaşkınlıktan dili tutulmuş ola kraliçe tahtından ayağa fırlamış. “Durun!” diye bağırmış. “Benim oğlum budur, başkası değil! Gözlerim görmemiş olsa da kalbim tanır onu, benim oğlum odur.” Muhafızlar ellerinde olmaksızın geri çekilmişler, ama kral öfke dolu bir sesle bu deliyi bağlamaların emretmiş.

“Kararı verecek olan benim,” demiş, emreden bir ses tonuyla, “ve bu mesele bir kadının rüyalarıyla değil kesin ve hatasız işaretlerle karar verilecek bir meseledir. Benim oğlum işte budur (Labakan’ı işaret ediyormuş), çünkü dostum Elfi”den gelecek sembolü, yani hançeri o getirdi.” “Onu benden çaldı,” diye feryat etmiş Ömer, “benim güvenimi en alçakça biçimde istismar etti!” Fakat kral oğlunun sesini duymuyormuş, çünkü yalnızca kendi yargısına güvenmeye alışkınmış. Boynu bükük Ömer’in salondan zorla çıkarılmasını emretmiş ve Labakan’la birlikte kendi odasına çekilmiş; birlikte geçirdikleri mutlu yirmi beş yıla rağmen kraliçeye karşı öfke doluymuş. Öte yanda kraliçe de çok kederliymiş, sahtekârın birinin kocasının kalbini kazanmış ve gerçek oğlunun yerine geçmiş olduğundan gayet eminmiş; sayısız kez rüyalarında oğlunun talihsiz Ömer olduğunu görmüş. Kederi biraz olsun yatışınca, kralı hata yaptığına nasıl ikna edebileceğini düşünmeye başlamış. Elbette bu zorlu bir meseleymiş, çünkü kendisinin Ömer olduğunu iddia eden adam, prensin kendi ağzından dinlediği, çocukluğunda yaşanan türlü çeşitli olayı anlatmasının yanı sıra, bir sembol olarak hançeri getirmiş.

Kral ile birlikte sütunun olduğu yere giden adamları çağırmış ve olanları eksiksiz anlatmalarını istemiş. Olan biteni dinledikten sonra en yaşlı ve bilge kadın dostlarını yanına çağırmış ve tavsiyelerini istemiş. Aralarından biri, Meleksalah adındaki yaşlı ve marifetli bir Çerkez, “Majesteleri, sizin oğlunuz olduğuna inandığınız kişiye, hançeri getiren kişi Labakan dememiş miydi ve onun deli bir terzi olduğunu söylememiş miydi?” diye sormuş. “Evet,” diye cevap vermiş kraliçe, “ama bunda ne var ki?” “Acaba,” demiş yaşlı kadın, “bu sahtekâr sizin gerçek oğlunuza, kendi ismiyle seslenmiş olamaz mı? Eğer öyleyse, gerçeği ortaya çıkarmanın kusursuz bir yolunu biliyorum. Size gizlice nasıl yapacağımızı söyleyeceğim.” Ve kraliçenin kulağına planını fısıldamış; kraliçe duyduklarından gayet hoşnut kalmış ve hemen kralı görmeye gitmiş. Kraliçe oldukça bilge bir kadınmış, kocasının zayıf yanını bilmekle kalmaz, bu zaafından nasıl yararlanacağını da iyi bilirmiş. O yüzden pes etmiş gibi yapmış ve oğlunu kabul etmeye hazır olduğunu söylemiş; sadece tek bir koşulu varmış. Karısıyla arasının bozuk olmasından hiç hoşnut olmayan kral da koşulunu kabul etmiş. Kraliçe demiş ki “Her ikisinin de bir becerisini kanıtlamasını isteyeceğim; bir başkası olsa ata binmelerini ya da teke tek kavga etmelerini yahut mızrak fırlatmalarını isterdi ama bu türden şeyleri herkes öğreniyor. Ben onlara keskin zeka ve becerikli eller gerektiren bir görev vermek istiyorum, hangisinin en güzel kaftanı ve şalvarı dikeceğini görmek istiyorum.” Kral gülmüş, “Hayır, hayır, olmaz öyle şey. Sanıyor musun ki benim oğlum en güzel kıyafetleri dikmek için bu deli terziyle yarışsın? Ah canım, hayır, bu asla olamaz.” Ama kraliçe krala verdiği sözü hatırlatmış, kral sözünün eri bir kimse olduğu için en sonunda pes etmiş. Oğluna gitmiş ve onun kendisine bir kaftan ve şalvar dikmesini çok arzu eden kraliçenin gönlünü yapması için ısrar etmiş. Kendinden emin Labakan için için gülmüş, eğer tek istediği buysa, diye düşünmüş, kraliçenin beni bağrına basması pek yakındır. Bir tanesi prens bir tanesi Labakan için olmak üzere iki oda hazırlanmış; odalar iğneler, iplikler, makaslar ve çok güzel ipek kumaşlarla donatılmış.

Kral, oğlunun nasıl bir kıyafet dikeceğini merak ediyor; kraliçeyse bu çabasının başarısız olabileceği kaygısıyla, sessizce yürek çarpıntıları içinde bekliyormuş. İki gün geçmiş, üçüncü gün iki genç adamı çağırmış ve yaptıkları işleri istemişler. Labakan önce gelmiş ve kaftanını kralın şaşkınlıktan afallamış gözlerinin önüne sermiş.

Labakan, “Gördünüz mü baba,” dedi, “gördünüz mü şerefli annem, bu bir şaheser değil de nedir? Bahse girerim kraliyet terzisi daha iyisini dikemez,” demiş takdir bekleyerek. Kraliçe gülümsemiş ve Ömer”e dönmüş, “Peki sen ne yaptın oğlum?” Ömer gördüğü muameleye içerlemiş bir halde kumaşları ve malzemeleri yere fırlamış.“Bana nasıl at binileceği, kılıç kullanılacağı, atmış adım öteye nasıl mızrak fırlatılacağı öğretildi, ama nasıl dikiş dikileceği öğretilmedi; böyle bir şey Kahire hükümdarı Elfi Bey”in öğrencisinin öğrenmesi gereken işlerden sayılmazdı.” “Ah, benim gerçek oğlum!”, diye haykırmış kraliçe, “Ah keşke sana sarılabilsem ve oğlum diyebilsem! Efendim ve eşim,” diye eklemiş krala dönerek, “gerçeği bu yolla ortaya çıkardığım için beni affedin. Hangisinin prens hangisinin terzi olduğunu kendiniz de görmüyor musunuz? Kesinlikle şu çok güzel bir kaftan, ama bu genç adama hangi ustanın kıyafet dikmeyi öğrettiğini bilmek isterim.”

Kral derin düşünceler içinde eşine ve Labakan”a bakarak oturup kalmış; Labakan kendini böylesine aptalca ele vermesi yüzünden duyduğu utanç ve korkuyu gizlemek için elinden geleni yapıyormuş. En sonunda kral şöyle demiş: “Bu sınav bile beni tatmin etmedi ama neyse ki kandırılıp kandırılmadığımı öğrenmenin kesin bir yolunu biliyorum.”

En çevik atının eyerlenmesini emretmiş, atına binmiş ve şehirden pek uzak olmayan ormana gitmiş. Burada Adolzaide isimli yardımsever bir peri yaşarmış, kendi neslindeki birçok krala tavsiyeleriyle yardım etmiş, kral da ona başvurmuş.

Ormanın ortasında, yüksek sedir ağaçlarıyla çevrili bir açık alan varmış. Hikâyeye göre peri orada yaşarmış. Pek az ölümlü oraya ayak basmış. Burası büyülü bir yermiş, yerini pek az ölümlü bilir ve yerin bilgisi babadan oğla geçermiş. Kral atından inmiş ve atını bir ağaca bağlamış ve açık alanın ortasında dikilip şöyle demiş: “Eğer benim atalarıma yardıma ihtiyaçları olduğunda yardım ettiğin doğruysa, onların soyundan geleni de hor görme, insanın kavrayışının yetmediği bu mesele için bana akıl ver, ey Adolzaide, ey iyi kalpli peri.” Kral sözünü henüz bitirmişken, sedir ağaçlarından biri açılmış ve içinden beyazlara bürünmüş peçeli bir kadın çıkmış. “Bana neden geldiğini biliyorum Kral Saşid,” demiş; “adil bir dileğin var ve ben de sana yardım edeceğim. Bu iki küçük kutuyu al ve oğlun olduğunu iddia eden iki adamın bunlardan birini seçmesini iste. Gerçek prensin hata yapmayacağını biliyorum.”  Daha sonra fildişinden yapılmış, altın ve incilerle donatılmış iki küçük kutuyu krala vermiş. Her birinin kapağında elmas kakmalarla yazılı ibareler varmış. 

Kral saraya doğru atını sürerken, olabileceklere dair çeşitli düşüncelerle kendine eziyet etmiş. Kutuların içinde ne olduğunu ise ne kadar uğraşırsa uğraşsın kapaklarını açamadığı için görememiş. Kutuların üzerindeki yazı meseleyi biraz aydınlatır gibiymiş. Birinde “Şan ve Şeref” sözcükleri, diğerinde “Talih ve Zenginlik” sözcükleri yazıyormuş. Her ikisi de eşit oranda cezp edici ve akıl çelici, seçim yapmak zor olacak diye düşünmüş. Saraya vardığında hiç zaman kaybetmeden kraliçeyi çağırtmış ve perinin söylediklerini anlatmış: İşittikleri kraliçenin içini umutla doldurmuş, kalbinin seçtiği oğulun soy sopuna uygun bir seçim yapacağını ummuş.

Kralın tahtının karşısına iki masa konulmuş, bunların üzerine kral kendi eliyle iki kutuyu yerleştirmiş; sonra tahtına oturmuş ve hizmetkârlarına bir işaret verip kapıyı açtırmış. Bütün maiyeti ve dostları içeriye girmiş, duvarlar boyunca dizilmiş muhteşem döşeklere kurulup oturmuşlar. Onlar yerine oturunca, kral ikinci bir işaret vermiş Labakan içeri alınmış. Gururlu bir havayla tahta doğru yürümüş, diz çökmüş ve sormuş: “Efendim ve babamın emri nedir?” Kral tahtından ayağa kalkmış ve cevap vermiş: “Oğlum, iddia ettiğin isme yönelik şüpheler ortaya atıldı. Bu kutulardan birinin içinde senin doğumunun kanıtları duruyor. Seçimini yap. Şüphesiz ki doğru olanı seçeceksin.” Labakan doğrulmuş ve kutulara bakmış. Birkaç dakika düşünmüş, sonra şöyle demiş: “Benim şerefli babam, sizin oğlunuz olmak talihinden daha iyi ne olabilir ve sizin sevginizin zenginliğinden daha asil ne olabilir? Üzerinde “Talih ve Zenginlik” yazan kutuyu seçiyorum.” "Pek yakında doğrusunu seçip seçmediğini göreceğiz. Şimdilik Medine Paşası”nın yanında bir koltuğa geçip otur,” diye cevap vermiş kral. Daha sonra Ömer içeri alınmış, üzgün ve kederli görünüyormuş. Kendini tahtın önüne atmış ve krala arzusunu sormuş. Kral ona da iki kutuyu göstermiş, bunun üzerine Ömer ayağa kalkmış ve masalara doğru gitmiş. Her ikisinin üzerindeki yazıları da okumuş ve şöyle demiş: “Son birkaç gün bana talihin ne kadar belirsiz olduğunu ve zenginliği nasıl kolayca kaybolup gittiğini gösterdi; ayrıca bana cesurların kalbinde asla yok edilemez bir şeref duygusu olduğunu ve parlak şan yıldızının talihle gelmeyeceğini de gösterdi. Böylece bir taç kaybedecek olsam da benim seçimim Şan ve Şeref." Konuşurken elini kutuya uzatmış ama kral ona beklemesini söylemiş; Labakan’a da diğer masaya gelmesini ve seçtiği kutunun üzerine elini koymasını işaret etmiş.

Daha sonra kral tahtından kalkmış, orada bulunan herkes de ağırbaşlı bir sessizlik içinde ayağa kalkmış ve kral şöyle demiş: “Kutuları açın, Allah bize hakikati göstersin.”

Kutular yavaş yavaş açılmış. Ömer”in seçtiği kutunun içinde kadife bir yastığın üzerinde küçük bir altın taç ile kraliyet asası varmış. Labakan”ın kutusunda ise büyük bir iğne ile biraz keten iplik bulunuyormuş. Kral iki genç adama kutularını getirmelerini söylemiş, onlar da getirmişler. Tacı eline almış, bu sırada taç büyüdükçe büyümüş, ta ki gerçek bir taç boyutuna gelinceye dek. Oğlu Ömer’in başının üstüne tacı koymuş, onu alnından öpmüş ve sağ yanına almış. Daha sonra Labakan’a dönüp şöyle demiş: “Eski bir deyim vardır, “Allah kimseyi bildiğinden ayırmasın, diye.”  Görünen o ki sen de iğnenden ayrılmamalısın. Merhameti hiç hak etmiyorsun ya böylesi bir günde haşin olamam. Sana hayatını bağışlıyorum ama bu ülkeyi mümkün olan en hızlı şekilde terk etmeni tavsiye ediyorum.”

Talihsiz terzi utanç içindeymiş, cevap verememiş. Kendini Ömer”in önüne atıp gözlerinde yaşlarla sormuş: “Beni affedebilecek misin Prens?” “Güle güle git, dostuna sadık, düşmanına alicenap olmak prensliğin şanındandır,” demiş Ömer ve Labakan”ı yerden kaldırmış.

Kral prensin göğsüne kapanmış, “Ah benim gerçek oğlum!” diye ağlamış, bu sırada bütün paşalar ve emirler “Yaşasın Prens Ömer” diye bağırıyormuş. Bütün bu gürültünün ve şenliğin ortasında Labakan küçük kutusunu kolunun altına alıp sıvışmış. Ahıra gidip eski atı Murva”yı eyerlemiş, kapılardan çıkıp İskenderiye’ye doğru yola koyulmuş. Son birkaç haftanın rüya olmadığını gösteren tek şey üzerinde elmaslarla kakılmış yazıların bulunduğu, incilerle süslü fildişi kutuymuş.

İskenderiye”ye vardığında eski ustasının kapısına varmış. Dükkana girdiğinde ustası öne çıkıp ne arzu ettiğini sormuş; ama kim olduğunu görür görmez bütün adamlarını çağırmış hepsi birlikte hiç böyle bir karşılama beklemeyen Labakan’ı eşek sudan gelinceye kadar dövmüşler ve talihsiz terzi sonunda eski bir kumaş yığınının üzerine yığılmış. Bunun üzerine ustası onu pataklamaya bir ara vermiş ve çaldığı giysileri ne yaptığını sormuş. Labakan sırf borcunu ödemek için geri geldiğini, kaftanın ederi neyse üç katını vereceğini söylemiş. Bunun üzerine kez daha onu dövmeye koyulmuşlar, en sonunda da ölüden beter bir halde evden atmışlar.

Labakan, yara bere içinde atına atlayıp bir kervansaraya gitmiş. Burada ağrı sızı içindeki başını yastığa koymuş ve dünyanın dertlerini, çoğu zaman karşılık bulmayan erdemleri ve bütün insani lütufların geçiciliğini düşünmüş. Asil olmaya çalışmaktan vazgeçip hayatını dürüst bir yurttaş olarak geçirmeye kesin kararlı bir halde uyuyakalmış. Ertesi sabah kararlarını hayata geçirmek için çalışmaya koyulmuş, çünkü ustasının ve adamlarının ağır elleri kafasından bütün soyluluk düşüncelerini silmiş.

Küçük kutusunu yüksek bir fiyata bir kuyumcuya satmış, bir ev almış ve bir terzi dükkânı açmış. Daha sonra kapısına “Labakan, Terzi” yazan bir tabela asmış; fildişi kutunun içinden çıkan iğneyle kendi kıyafetlerini düzeltmeye, tamir etmeye koyulmuş. Bir süre sonra birilerinin seslenmesiyle işinden başını kaldırmış. İşine geri döndüğünde ne görse beğenirsiniz! İğne kendi kendine dikiş dikiyor, Labakan”ın en mahir zamanlarında bile yapamadığı kadar güzel ve düzgün bir biçimde çalışmayı sürdürüyormuş.

Elbette, yardımsever bir perinin en küçük hediyesi bile muhteşem bir değerdedir, üstelik bu hediyenin bir üstün yanı daha varmış; iğne ne kadar dikerse diksin ipliğin sonu hiç gelmiyormuş.

Labakan kısa sürede çok sayıda müşteri edinmiş. Önce kumaşı biçiyor, ardından sihirli iğneyle ilk dikişi atıyor ve gerisini iğneye bırakıyormuş. Çok geçmeden bütün kasaba ona gelmeye başlamış, çünkü işi hem iyi bir terziymiş hem de ucuza dikiyormuş. Tek muamma bu kadar işi tek başına çalışarak nasıl yaptığı ve neden kapalı kapılar ardında çalıştığıymış. Böylece fildişi kutunun üzerinde yazan “Talih ve Zenginlik” sözleri Labakan için gerçekleşmiş. 

Zaman zaman halkının gururu ve sevgilisi, düşmanlarının korkulu rüyası olan Prens Ömer”in yaptığı cesurca işleri duyduğunda, eski prens olma heveslisi şöyle dermiş kendi kendine: “Onca şeye rağmen, bir terzi olarak ben daha iyi durumdayım, zira Şan ve Şeref’e daima tehlike eşlik ediyor.”

Böylece Labakan kendinden memnun, saygın bir terzi olarak yaşayıp gitmiş. İğneye gelince, eğer maharetini kaybetmediyse, belki de Peri Adolzaide’nin bitmeyen ipliğiyle hâlâ dikiş dikmeye devam ediyordur.

Çeviren: Eylem Yıldızer
Editör: Nuray Önoğlu
Mısır masalı

Comments

Popular posts from this blog

BİR GÖZ, İKİ GÖZ, ÜÇ GÖZ ♫

GEYİK PRENS VE KIZ KARDEŞİ

KRİSTAL KÜRE