YAŞLI AĞACIN OĞLU VE DÖRT ERKEK KARDEŞ ♫



Ormanın tam kalbinde çok yaşlı ağaç bir ağaç varmış. Oradaki diğer tüm ağaçlardan çok daha yaşlıymış ve bir sürü harika şey görmüş, geçirmiş. Çok da bilgeymiş ve bir sürü sır bilirmiş.

Her bahar taze yeşil yapraklar ve çok güzel beyaz tomurcuklar verirmiş. Bir bahar, bir güzel tomurcuklanmış yine, öncekilerden çok daha güzel çiçekler açmış. Bunların arasında, alt dallarından birinin üzerinde bulunan bir tomurcuk, yeşil yaprakların arasında gümüş bir küre gibi sallanmaktaymış.

“Merak ediyorum neden bu tomurcuk diğerlerinden çok daha büyük?” diye sormuş gül elması ağacı büyük bir merakla. “O büyük bir sır saklıyor,” diye yanıtlamış incir ağacı, azıcık gevezeymiş kendisi ve diğer ağaçlarla konuşmayı severmiş. “Ama o sırrı ne zaman öğreneceğiz?” diye sormuş gül elması ağacı.
“Gece yarısı fırtına çıkacak, gök gürleyecek ve tohum açılacak. Şimşekler çaktığında göreceksin.”

Ama fırtına başlayınca, gök gürleyip şimşekler çaktığında, gül elması ağacı öyle korkmuş ki bakmaya cesaret bile edememiş. İncir ağacı ise büyük yaşlı ağacın dallarını fırtınaya karşı nasıl cesurca esnettiğini ve olan bitenin ortasında üçüncü dalın onu nazikçe yere bırakmasıyla beyaz tomurcuğun patlayıp açıldığını izlemiş...

Tomurcuğun açılmasıyla, içinde şimdiye kadar görülmüş bebeklerin en tatlısı çıkmış ortaya. Bebek uyuyormuşcasına kıvrılmış tomurcuğun içinde; bir çiçek kadar güzelmiş, gözlerini açıp üzerinde çakan mavi beyaz şimşeği izlerken göğe doğru gülümsemiş.

Sonunda sabah olduğunda her yer yine pırıl pırıl, sessiz ve sakin bir hal almış, bebek minicik elini uzatıp çiçeklerle oynamış.


“Harika bir bebek,” demiş incir ağacı. “Şu küçük beyaz ipek gömleğe bak, içinde doğduğu çiçekle aynı renk, baksana alnında da bir elmas parlıyor!” “Yıldızdır o, elmas değil” demiş gül elması ağacı; o kadar parlakmış ki yıldız mı elmas mı olduğunu söylemek mümkün değilmiş. Sonra sinek kuşları, papağanlar maymunlar ve çakallar hepsi bebeği görmeye gelmişler. “Benim gibi kanatları olsaydı daha iyi olurdu” demiş sinek kuşu. “Ya da benimki gibi tüyleri” demiş papağan. “Benimki gibi bir kürkü olsa onun için çok daha iyi olurdu” demiş çakal.

Her biri başka bir şey söylemiş ama onun harika, benzersiz güzellikle bir bebek olduğu ve bunun alnında bir yıldız olmasından belli olduğu konusunda hemfikirmişler.

Bir süre sonra bebek acıktığı için biraz ağlamış ama incir ağacı bir dalını eğip ağzına birkaç damla bal damlatınca bebek yeniden gülümsemeye başlamış.

Gün battığında bir dişi kaplan bebeğe sessizce yaklaşmış. “Buraya yavrularımı getireyim en iyisi,” demiş kendi kendine “bu bebek onların akşam yemeği olsun”. Ama çiçekler ve çimenler “Ona zarar gelmesine izin vermeyeceğiz, o bizim bebeğimiz” demişler. Bebeği öyle bir sarıp sarmalamışlar ki kaplan geri geldiğinde bebeği asla bulamamış.

“Ona ne isim verceğiz?” diye sormuş ağaçlar. Bebeğin tomurcuğunun içinden çıktığı yaşlı ağaç “Adı, Nazım, siz onu koruyacak ve ona ormanın sırlarını öğreteceksiniz,” demiş.

Böylece Nazım büyürken, ormandaki ağaçlar, yabani çiçekler ve tüm yaratıklar ona bildikleri her şeyi öğretmişler. Maymunlar ağaca nasıl tırmanılacağını öğretmiş; Dame, nehirde yaşayan büyük kaplumbağa, nasıl yüzüleceğini öğretmiş; sinek kuşları meyvelerin nerede yetiştiğini ve hangi çiçeklerde bal bulabileceğini göstermiş. Böylece Nazım yaraları hangi bitkilerin iyileştirebileceğini, hangi rahatsızlıkları hangi bitkilerle giderebileceğini, orman yılanlarını nasıl afsunlayacağını ve buna benzer evde büyüyen çocukların asla bilemeyeceği bir sürü şeyi öğrenmiş.

Nazım, sabah erkenden nehirde yıkanır, beyaz ipek gömleğini kuruması için bir ağaca asar, geceleri incir ağacının altında, çiçeklerin onun için kendi filizlerinden ördükleri bir hamakta uyurmuş. Uzun boylu güzel bir delikanlı olmuş; iyi ve nazik olduğu kadar güçlü ve korkusuzmuş da. Beyaz ipek gömleği ise o büyüdükçe onunla birlikte büyümüş; asla yırtılmamış veya onarım gerektirmemiş.

Ormandaki bütün hayvanlar onu severmiş, bebekken onu yavrularına yem etmek isteyen dişi kaplan bile.

Bir gün Nazım yaşlı ağaca “Bir sürü maymunun, papağanın ve çakalın olması harika, ama benim gibi başka kimse yok mu, yalnızca ben mi tekim?” diye sormuş. Yaşlı ağaç “Bunu neden bilmek istiyorsun?” diye sormuş. Nazım dalgınca yanıtlamış “Benim gibi başkaları da olsa, çok hoşuma giderdi.” Yaşlı ağaç, “Tırman en üst dalıma,” demiş “ve ne görüyorsun, anlat bana”...Nazım ağaç annesinin dediğini yapmış. “Sipsivri bir tepe görüyorum, “ diye bağırmış. “O iğne gibi tepenin zirvesine yakın bir yerde, gözalıcı pembe çiçeklerle kaplı bir ağaç var. Adı, Kidsadita,” demiş yaşlı ağaç, “git ona, çiçeklerini kokla ve dört erkek kardeş nerede olduğunu sor.”

Nazım ormanın içinden iğne gibi tepeye doğru koşmuş, tepeye varmış. Tam ağaç annesinin söylediği gibi Kidsadita'yı, pembe çiçekli ağacı zirveye yakın bir yerde bulmuş. “Kidsadita, dört erkek kardeş nerede?” diye sormuş, çiçeklerini koklarken. “Tepenin diğer tarafındalar.” demiş Kidsadita. “Kendilerine akşam yemeği hazırlıyorlar.” Bunun üzerine Nazım tepenin etrafını dolaşmış ve dört uzun boylu adamın yeni avladıkları bir geyiği kesmekte olduklarını görmüş. Onlara yaklaştığında adamlar hiç bu kadar güzel bir delikanlı görmediklerini düşünmüşler ve onu karşılamak için koşmuşlar. Baştan aşağı beyazlar giyinmiş, alnında parlayan bir yıldız ve yüzünde nazik, sevgi dolu bir ifade bulunan bu delikanlı gerçekten çok güzelmiş.
Nazım’la konuştuktan ve onun kendisine benzeyenleri bulmak için yola çıktığını öğrendikten sonra, “Biz dört erkek kardeşiz, sen de beşinci kardeşimiz olur musun?” diye sormuşlar. “Tabii ki olurum,” demiş Nazım, “bunun için geldim yanınıza. Ormandaki bütün canlıların kardeşleri vardı ama benim hiç benzerim yoktu. Ben de kardeşlerim olsun istiyordum. Artık benim de kardeşlerim oldu.”

Beş kardeş birbirlerini daha iyi tanımak için konuşmuşlar da konuşmuşlar. Chimo, dört kardeşin en küçüğü, iki dilekleri olduğunu söylemiş. Birinci dilekleri ateşmiş. Avladıkları geyiğin etini çiğ yemek zorunda kalmasınlar artık, etlerini pişirebilsinler diye. İkincisi ise her biri için birer eş imiş. Kardeşlerden bir diğeri demiş ki “Dev Rikal Goureen’in kalbinde yanan bir ateş ve evlenmeye can atan dört de kızı var. Evinin yerini bulabilsek, ateşini ve kızlarını alabilsek, bütün dileklerimiz gerçekleşmiş olurdu.” Devin çok da uzakta yaşamadığını biliyorlarmış ama evini bir türlü bulamadıkları için hâlâ eşten ve avladıkları geyiği pişirmek için odunları tutuşturacak ateşten yoksunmuşlar.  “Eğer bana bir kamış verirseniz,” demiş Nazım, “onun evinin yolunu size gösterebilirim”. Chimo gidip bir kamış bulup gelmiş ve Nazım’a vermiş. Nazım kamışı yayına yerleştirip yayı germiş, oku Rikal Gouree’nin sarayına doğru göndermiş. “Okumu takip edin,” diye bağırmış “size bir patika açacak ve aradığınızı bulacaksınız.”

Dört erkek kardeş Nazım’ın okunun açtığı patikayı takip etmişler. Aralarından en hızlı koşan Chimo imiş, devin sarayına ilk o varmış.

Rika Gouree divanların altı metre uzunlukta ve iki buçuk metre yükseklikte olduğu koskocaman bir odada uyuyormuş. Kalbi, kıpkırmızı parlayan, içinde odunların değil de bütün ağaç gövdelerinin yandığı bir mağara gibiymiş. Odanın tavanları o kadar yüksekmiş ki Chimo zor görebiliyormuş.

Chimo uyuyan deve bir göz atmış, kalbindeki ateşten bir kor parçasanı kaptığı gibi kapıya koşmuş. Ama tam uyuyan devin yanından geçerken küçük bir kor parçası Rikal Gouree’nin eline düşüvermiş. Dev acıdan uluyarak yerinden fırlamış ve Chimo’yu yakalamak için evden çıkıp peşine düşmüş ama onu yakalayamamış. Chimo, kaçarken elinde kalan ateşi de düşürmüş. Korku içinde kardeşlerinin yanına dönmüş. “Rikal Gouree’yi boşverelim” demiş onlara, “ o canavarın yanına tekrar yaklaşmaktansa bütün hayatım boyunca çiğ et yerim daha iyi.”

Chimo’yu yakalayamayacağını anlayan dev evine dönmüş, karısı ve dört kızının bulunduğu odaya gitmiş …Uykusu bölündüğü ve canı yandığı için çok kızgınmış. Kendini öfkeyle koca koltuğuna bırakır bırakmaz, büyük kızı karşısına geçip “Bize hala koca bulamadın mı?” diye sormuş. Her gün kızlarından biri bu soruyu sorarmış ve aksi yaşlı dev de hep aynı cevabı verirmiş “Hayır! Kim dört kıza birden koca bulabilir ki?”
Chimo’nun peşine düştüğünde onu görmüş olan küçük kızı, kovaladığı genç adamın kim olduğunu sormuş. Dev, onun bir hırsız olduğunu, uyuduğu sırada odasına girip ateşini çalmaya çalıştığını söylemiş. “Bence onu geri göndermekle hata etmişsin,” demiş devin karısı. “hiç değilse damatlardan biri olabilirdi. Devlerin kızlarına koca bulmak kolay iş değildir. Sabahleyin bir ok gelip odaya düştü. Bir adamın bunu takip edeceğinin işaretiydi bu. Bu yaptığından çok pişman olacağız bence. Kızlarımızdan birini olsun evlendirebilirdik oysa.”

Bazı devlerin karıları kocalarından korkarmış ama bu devin karısı öyle değilmiş. Kocasını öyle azarlamaya devam etmiş ki Real Gouree çareyi uzaklaşıp yeniden uyumakta bulmuş.

Nazım kardeşlerinin üzüldüğünü görünce, "Üzülmeyin, ben bu meseleyi kökünden çözeceğim, size söz veriyorum. Hem ateşiniz hem de eşleriniz olacak," demiş. Dört kardeş neler olacağını çok merak etmişler. Nazım daha fazla bir açıklama yapmadan yola çıkmış.

Bir süre sonra Dev, evini duvarının yanında bulunan bir ağaçtan gelen güzel bir müzik sesi ile uyanmış. Bu güzel nağmelerin tadını çıkararak uzanmak istiyormuş ama ne mümkün! Müzik sanki onu dışarı çağırıyormuş. Sonunda dayanamayıp baktığında ağacın dalında oturmuş ud çalan Nazım’ı görmüş.

Ağacın altında köpekler, kediler ve cümle hayvanları toplanmış, Nazım’ın müziğini dinliyorlarmış. Öyle ki ağacın bütün dalları müziği dinleyen kuşlarla doluymuş. Sonunda müzikten o kadar etkilenmiş ki Rikal Gouree eteklerini kaldırıp dans etmeye başlamış.

“Seni yaşlı sersem dev seni!” diye çıkışmış karısı evden çıkıp onun bu yaptığını görünce. “Ne yaptığını sanıyorsun sen!” Ama birkaç dakika sonra o da sarisini genç bir kız gibi tek eliyle tutarak dans etmeye başlamış; dans ederken halhalları ve bilezikleri şıngırdıyormuş.

Uzun bir zaman durmadan dans eden dev, sonunda yorulmuş ama müzik durmadıkça duramıyormuş. Bunun üzerine Nazım’a seslenmiş “Buraya gel genç adam, in ağaçtan aşağı, ne istersen vereceğim sana.”

Nazım hemen müziği kesip ağaçtan inmiş. Devin yanına gelmiş. “Dört kızını istiyorum,” demiş Nazım, “dört erkek kardeşimin evlenmek için birer eşe ihtiyacı var, bir de kalbinden bir parça ateş vermelisin bize yemeklerimizi pişirebilmemiz için.” Bunları duyan devin karısı pek sevinmiş. “O okun gerçek bir alamet olduğunu biliyordum” diye bağırmış. Hemen kızlarına seslenmiş, kızları özenle sakladıkları oku getirip Nazım’a vermişler; kendilerine birer koca buldukları için çok mutluymuşlar.

Bir süre sonra Nazım kardeşlerinin kendisini merak edeceğini, artık dönmesi gerektiğini söylemiş. Devin kızları anne ve babaları ile vedalaşmışlar, başlarının üzerinde yanlarına alabildikleri tüm kıyafet ve mücevherleri taşıyarak Nazım ile birlikte yola koyulmuşlar. Pembe çiçekli ağaç Kidsadita’nın olduğu iğne gibi sivri tepeye varana kadar gitmişler ve orada dört erkek kardeşle buluşmuşlar.

Sonunda kendilerine birer eş bulan dört kardeşin mutluluğuna diyecek yokmuş. Nazım evlenmek istememiş. Dört kardeş, en iyileri ve bilgeleri o olduğundan, Nazım’ı kral ilan etmişler. Devin kızları kendi mücevherlerinden ona bir taç yapmışlar, ama hiçbir mücevher hepsini aydınlatan alnındaki yıldız kadar parlak değilmiş.

Dört kardeş devin dört kızıyla evlenmiş ve hepsi birlikte sonsuza kadar mutluluk içinde yaşamışlar.


Çeviren: Özenç Ertan Öztekin
Editör: Nuray Önoğlu
Hint Masalı
Dinlemek için: https://soundcloud.com/serdar-kula/ya-l-a-ac-n-o-lu-ve-d-rt-erkek

Comments

  1. Emeginize saglik, cok iyi geldi:)

    ReplyDelete
  2. Ne güzel bir hareket bu! Destek sunmak, paylaşmak ve paylaşımlardan beslenmek üzere ben de buradayım. Sevgiler...

    ReplyDelete
  3. Çok güzel, emekleriniz için teşekkürler. Ne iyi bir iş olmuş! Selamlar.

    ReplyDelete

Post a Comment

Popular posts from this blog

BİR GÖZ, İKİ GÖZ, ÜÇ GÖZ ♫

İKİ KARDEŞ

GEYİK PRENS VE KIZ KARDEŞİ