ORMAN GELİNİ: BİR ZAMANLAR BİR PRENSES OLAN KÜÇÜK BİR FARENİN HİKÂYESİ



Bir zamanlar üç oğlu olan bir çiftçi varmış. Günlerden bir gün, çiftçi oğullarını yanına çağırıp şöyle demiş: “Evlatlarım, artık üçünüzün de evlenme çağı geldi. Yarın üçünüzün de evleneceğiniz kadını bulmak için yola çıkmasını istiyorum.” “Ama nereye gidelim?” diye sormuş en büyük oğlan. “Onu da düşündüm,” demiş baba. “Her biriniz bir ağaç kesin ve sonra düşen ağaç hangi yönü gösteriyorsa, o yönü takip edin. Eminim ki her biriniz bu yönde yeterince uzağa giderse, kendisine uygun bir eş bulacaktır.”

Böylece ertesi gün üç oğlan da ağaçları kesmiş. En büyük oğlanın ağacı kuzeyi işaret ederek düşmüş. “Bu bana çok uygun!” demiş büyük oğlan, çünkü kuzeyde bir çiftlikte yaşayan çok şirin bir kız olduğunu biliyormuş.

Ortanca oğlanın ağacı güneyi işaret ederek düşmüş. “Bu bana çok uygun!” demiş ortanca oğlan, daha önceleri sık sık dans ettiği güneydeki bir çiftlikte yaşayan kızı düşünerek.

En küçük oğlanın ağacı – en küçük oğlanın adı Veikko imiş – düştüğünde doğrudan ormanı işaret etmiş. “Ha! Ha!” diye gülmüş büyük kardeşler. “Veikko kurt kızlardan ya da tilkilerden birine kur yapmak zorunda kalacak!”

Bu şekilde davranarak ormanda sadece hayvanların yaşadığını söylemek istemişler ve Veikko’yu aptal konumuna düşüren bir espri yaptıklarını sanmışlar. Ancak Veikko şansını deneyeceğine ve ağacının gösterdiği yöne doğru gideceğine tamamıyla istekli olduğunu dile getirmiş.

Büyük kardeşler neşe içinde yola koyulmuş ve kızlarını beğendikleri iki çiftçiye evlenme dileklerini bildirmişler.

Veikko ise cesaretle yola koyulmuş olsa da ormanın derinliklerinde ilerledikçe cesareti kırılmaya başlamış. “Evlenecek birini nasıl bulabilirim,” diye sormuş kendine, “hiçbir insan evladının olmadığı bu yerde!”

Tam o esnada karşısına küçük bir kulübeye çıkmış. Kapıyı açıp içeri girmiş. Kulübe boşmuş. Aslına bakılırsa masada oturmuş bıyıklarını zarifçe tarayan küçük bir fare varmış, ama bir fareyi kim umursar ki! “Burada hiç kimse yok!” diye söylenmiş Veikko. Giyinip süslenmekte olan fare bir durmuş ve Veikko’ya dönerek sitem dolu bir şekilde şöyle demiş: “Nedenmiş, Veikko, ben buradayım ya!” “Ama sen sayılmazsın. Sen sadece bir faresin.” “Elbette ki sayılırım!” demiş küçük fare. “Ama söyle bana, ne bulmayı umuyordun?” “Sevdiceğimi bulmayı umuyordum.”

Küçük fare onu biraz daha sorguya çekmiş ve Veikko da ona erkek kardeşleri ve ağaçlarla ilgili olan tüm hikâyeyi anlatmış. “Büyük kardeşlerim kendilerine kolaylıkla birer eş bulabilecekler,” demiş Veikko, “ama ben burada, ormanda bunu nasıl başarabileceğimi bilemiyorum. Hayatımın aşkını bulamadan eve dönmek zorunda kalmak ve bir tek kendimin başarısız olduğunu itiraf etmek beni utandırıyor.” “İşte buradayım, Veikko,” demiş küçük fare, “beni neden hayatının aşkı olarak kabul etmiyorsun?” Veikko kıkır kıkır gülmüş içten bir şekilde. “Ama sen sadece bir faresin! Her kim duymuş ki bir adam bir fareyi hayatının aşkı ilan etsin!” Fare küçük başını ciddiyetle sallamış. “Beni dinle, Veikko, beni hayatının aşkı olarak seçmekten çok daha kötü şeyler gelebilir başına. Sadece bir fare olsam bile, seni sevebilir ve sana sadık kalabilirim.”

O candan, zarif, küçük bir fareymiş ve çenesinin altına aldığı küçük patileriyle ve ışıl ışıl parlayan küçük gözleriyle öyle güzel bakmış ki Veikko’ya, Veikko daha da bir hoşlanmaya başlamış fareden. Sonra minik tatlı bir şarkı söylemiş fare ve bu şarkı Veikko’yu öyle çok neşelendirmiş ki Veikko gerçek bir kadın bulamama konusundaki hayal kırıklığını unutmuş ve evine dönerken fareye şöyle demiş: “Tamam o zaman, küçük fare, hayatımın aşkı sen olacaksın.” Bunun üzerine fare minik bir mutluluk çığlığı atmış ve dönüşü her ne kadar uzun sürerse sürsün onu bekleyeceğini ve ömrünün sonuna kadar ona sadık kalacağını söylemiş.

Veikko eve dönmüş. Tabii ki ağabeyleri eve vardıklarında evlenecekleri kadınlar konusunda bağıra çağıra övünmeye başlamışlar. “Benimki görebileceğiniz en kırmızı yanaklara sahip,” demiş en büyük oğlan. “Ve benimkinin upuzun sapsarı saçları var,” demiş ortanca oğlan. Veikko hiçbir şey dememiş. “Sorun ne, Veikko?” diye gülerek sormuş ağabeyleri. “Senin aşkının da sevimli sivri kulakları ve sivri beyaz dişleri mi var yoksa?” Anlamış olacağınız gibi ağabeyleri hala tilkiler ve kurtlar hakkındaki şakalarına devam ediyorlarmış. “Gülmenize hiç gerek yok,” demiş Veikko. “Kalbimin aşkını buldum. Kadifelere bürünmüş nazik, zarif, küçük bir şey, benimkisi.” “Kadifelere mi bürünmüş!” diye bağırmış en büyük oğlan, kaşlarını çatarak. “Tıpkı bir prenses gibi!” diye alay etmiş ortanca oğlan. “Evet,” diye sözlerini yinelemiş Veikko, “bir prenses gibi kadifelere bürünmüş. Ve oturup da bana şarkılar söylediğinde, mutluluktan havalara uçuyorum.” “Hah!” diye homurdanmış ağabeyleri ve Veikko’nun böylesi bir sevgilisi olmasından hiç de hoşnut olmamışlar.

Yaşlı çiftçi “Tamam,” demiş, birkaç gün sonra, “şimdi sevgililerinizin neler yapabildiğini bilmek istiyorum. Onların iyi bir ev hanımı olup olmadığını görebilmem için bana birer somun ekmek pişirmelerini isteyin onlardan.” “Benimki ekmek pişirebilecektir – bundan eminim!” diye övünmüş en büyük oğlan. “Aynı şekilde, benimki de!” diye atılıvermiş ortanca oğlan. Veikko sessiz kalmış. “Ya Prenses?” diye gülmüşler. “Sence Prenses de ekmek pişirebilir mi?” “”Bilmiyorum,” diye dürüstçe cevap vermiş Veikko. “Ona bir sormam lazım.”

Küçük farenin ekmek pişirebileceğini varsayması için herhangi bir sebebi yokmuş Veikko’nun doğal olarak ve ormandaki kulübeye vardığı vakit üzgün ve cesareti kırılmış hissediyormuş kendisini.

Veikko kapıyı açtığında küçük fareyi tıpkı bir önceki gelişinde olduğu gibi masanın üzerinde oturmuş nazikçe bıyıklarını tararken bulmuş. Veikko’yu görür görmez sevinçle dans etmeye başlamış küçük fare. “Seni gördüğüme çok memnun oldum!” diye haykırmış fare. “Tekrar geleceğini biliyordum!” Fare, Veikko’nun sessizliğini fark etmiş ve bir sorun olup olmadığını sormuş. Veikko da başlamış anlatmaya: “Babam her birimizin sevgilisinin kendisi için bir somun ekmek pişirmesini istiyor. Eve ekmeksiz gidersem, ağabeylerim yine gülecektir bana.” “Eve ekmeksiz gitmek zorunda kalmayacaksın!” demiş küçük fare. “Ben ekmek pişirebilirim.” Veikko bu işe şaşakalmış. “Daha önce ekmek pişirebilen bir fare hiç duymamıştım doğrusu!” “Tabii ki pişirebilirim!” diye ısrar etmiş küçük fare.

Bu konuşmanın ardından, farecik gümüşten küçük bir zili “tink, tink, tink” diye çalıvermiş. Minik ayakların telaşlı, tırmıklı sesleri duyulmuş hemencecik ve yüzlerce fare koşuşturarak doluşmuş kulübenin içerisine. Küçük Prenses fare asil bir şekilde doğrulmuş ve şöyle demiş: “Her biriniz bana en iyisinden birer buğday tanesi getirin.”

Bütün fareler alelacele yola koyulmuş ve kısa süre sonra her biri teker teker geri dönmüş, hem de ellerinde en iyisinden bir buğdaydan tanesiyle. Bundan sonra, Prenses farenin buğdayları öğütüp unundan çok güzel bir somun ekmeği pişirmesi hiç de zor olmamış.

Ertesi gün üç kardeş sevgililerinin pişirdikleri ekmekleri babalarına sunmuşlar. En büyük oğlanınki çavdar ekmeğiymiş. “Çok güzel,” demiş çiftçi. “Bizim gibi çalışkan insanlar için çavdar ekmeği çok güzeldir.” Ortanca oğlanın ekmeği arpadan yapılmış. “Arpa ekmeği de güzeldir,” demiş çiftçi. Ama Veikko o güzelim buğday ekmeğini sununca babasına, babası mutluluktan çığlık atmış. “Tabii!” diye alay etmiş büyük kardeşler. “Onun bir Prenses olduğunu bize söylememiş miydi zaten? Söyle, Veikko, bir Prenses kaliteli beyaz un istediğinde, bunu nasıl elde eder?”

Veikko dürüstçe gördüklerini tekrarlayarak cevaplamış bu soruyu, “Gümüşten küçük bir zil çalar ve hizmetkârları içeri girdiğinde, onlara en kaliteli buğday tanelerini getirmeleri gerektiğini söyler,” demiş.

Bunu duyan büyük kardeşler, müthiş bir kıskançlığa kapılmışlar. Üstelik bunu saklamayı bile beceremiyorlarmış. Durumu fark eden babaları onları paylayıncaya kadar öfleyip pöfleyerek kardeşlerine duydukları kıskançlıkla kıvranmışlar.

“Tamam! Tamam!” demiş baba. “Çocuğa bu iyi talihini çok görmeyin. Her bir kız kendince bildiği yoldan ekmeğini pişirdi ve muhtemelen de her biri kendince iyi bir hanım olacaktır. Amma velâkin onları eve getirmenizden önce, ev işlerinde hünerlerini sergileyebilecekleri bir test daha istiyorum. Her biri dokumalarından birer örnek göndersin bana.”

Büyük kardeşler oldukça sevinmiş bu duruma, çünkü sevgililerinin ne kadar da becerikli dokumacılar olduklarını biliyorlarmış.“Bakalım bu sefer nasıl gösterecek seninki kadınlığını!” demiş ağabeyler, Veikko’nun sevgilisinin, artık her kimse kendisi, onları yanıltmayacağından emin bir şekilde.

Bu küçük farenin dokumacılıktaki hüneri konusunda Veikko’nun da ciddi şüpheleri varmış. “Bir farenin dokuma yapabildiğini duyup işiten var mı? Bu sınavdan başarısız olacağız şüphesiz,” diye kendi kendine söyleniyormuş Veikko, ormandaki kulübenin kapısını aralarken. “Oh, sonunda buradasın!” diye neşeyle kıkırdamış küçük fare onu görünce. Küçük patilerini hoş geldin dercesine uzatmış ve sonra da heyecanla dans etmeye başlamış masanın üzerinde. “Beni gördüğüne gerçekten bu kadar sevindin mi, küçük fare?” diye sormuş Veikko. “Tabii ki de sevindim!” demiş küçük fare. “Senin sevgilin değil miyim ben? Günlerdir seni, bana geri dönmeni bekliyordum. Baban bu kez daha büyük bir şey mi istedi, Veikko?” “Evet, ve sanırım bu senin bana veremeyeceğin bir şey, küçük fare,” demiş Veikko. “Belki de yapabilirim. Bana ne olduğunu söyle,” diye üstelemiş küçük fare. “Senin dokumalarından bir örnek. Dokuma yapabildiğini sanmıyorum. Farelerin dokuma yapabildiğini daha önce hiç duymamıştım,” demiş umutsuzca Veikko. “Tabii ki dokuma yapabilirim! Veikko’nun sevgilisi dokuma bilmese, çok tuhaf olurdu,” demiş neşeyle küçük fare.

Fare gümüşten küçük bir zili “tink, tink, tink” diye çalıvermiş. Minik ayakların telaşlı, tırmıklı sesleri duyulmuş hemencecik ve yüzlerce fare her yönden koşuşturarak gelip doluşmuş kulübenin içerisine. Prenseslerinin emirlerini almak üzere arka ayaklarının üzerinde beklemişler. “Her biriniz bana en iyi olanından bir keten lifi getirin,” demiş fare.

Fareler hemencecik koşup gitmişler ve kısa bir sure sonra ellerinde keten lifleriyle dönmüşler. Fareler keteni eğirip taradıktan sonra, küçük fare çok güzel bir keten parçası dokumuş. Öyle ince öyle narinmiş ki katlandığında boş bir fındıkkabuğuna sığabiliyormuş.“İşte, Veikko,” demiş küçük fare, “bu küçük kutuda dokumamın bir örneği var. Umarım baban bunu çok sever.”

Veikko eve vardığında neredeyse mahcup hissediyormuş, çünkü sevgilisinin dokuduğu kumaşın ağabeylerini utandıracağından eminmiş. Bu yüzden de fındıkkabuğunu cebinde gizlemiş önce.

En büyük oğlanın sevgilisi dokumacılığının hüneri olarak kare bir ham pamuk parçası göndermiş. “Çok da güzel değil, ama yeterice iyi,” demiş çiftçi. Ortanca kardeşin sevgilisi ise pamuk ve keten karışımı kare bir kumaş parçası göndermiş. “Bu biraz daha güzel,” demiş çiftçi, başını sallayarak. Sonra da Veikko’ya dönmüş çiftçi. “Ya sen Veikko, sevgilin sana dokumacılık hünerini gösteren bir şey vermedi mi?” Veikko babasına ceviz kabuğunu verir vermez ağabeyleri kahkahalar atmaya başlamışlar. “Ha! Ha! Ha!” diye gülmüşler. “Veikko’nun sevgilisi kendisinden dokumacılık hünerini gösteren bir şey istendiğinde bir ceviz kabuğu veriyor.” Ama babaları fındıkkabuğunu açıp da içerisinden çıkan en iyi ketenden tiril tiril dokumayı çıkarıp sallayınca kahkahaları içlerine kaçmış. “Oğlum, Veikko, bu nasıl mümkün olabilir!” diye hayretle bağırmış baba, “Nasıl oldu da sevgilin bu incecik ipliklerden böylesine ince ve güzel bir dokuma yaptı?” Veikko alçakgönüllü bir şekilde cevap vermiş: “Gümüşten küçük bir zil çaldı ve hizmetçilerine kendisine en kaliteli keten liflerini getirmelerini emretti. Hizmetçiler keteni eğirip taradıktan sonra, sevgilim de gördüğünüz bu ağı ördü.” “”Harika!” demiş çiftçi, şaşkınlıktan nefesi kesilerek. “Daha önce böylesi bir dokumacı hiç görmemiştim!”

“Diğer kızlar da bir çiftçi için uygun birer eş olacaklardır, ama Veikko’nun sevgilisi bir Prenses olabilir,” diye düşünmüş çiftçi. Sonra oğullarına dönmüş ve “Artık sevgililerinizi eve getirme vakti geldi. Onları kendi gözlerimle görmek istiyorum. Sanırım yarın getirebilirsiniz.”

Ertesi gün, sevgili faresini alıp getirmek üzere ormana doğru yola koyulurken, “O çok iyi küçük bir farecik ve ben de onu çok seviyorum,” diye kendi kendine düşünmüş Veikko, “Ağabeylerim onun sadece bir fare olduğunu görünce benimle dalga geçeceklerdir mutlaka! Ama umurumda değil! O, benim kalbimin küçük tatlı aşkı ve ben ondan utanmayacağım!”

Böylece küçük fareye babasının artık onunla tanışmak istediğini söylemiş Veikko. Küçük fare ziyadesiyle heyecanlanmış, “Hemen üstüme doğru düzgün bir şeyler giymeliyim!” demiş.

Fare gümüşten küçük zilini “tink, tink, tink” diye çalıvermiş. Minik ayakların telaşlı, tırmıklı sesleri duyulmuş hemencecik ve küçük fare hizmetkârlarına faytonuyla beş atını emretmiş. Fayton dediğinin bir ceviz kabuğu olduğu anlaşılmış; faytonu çeken beş atın da beş kara fareden başkası olmadığı ortaya çıkmış. Küçük fare faytonuna binip yerleşmiş bir güzel. Öndeki sürücü yerine bir fare ve arkadaki uşak bölmesine de başka bir fare yerleşmiş. Artık yola çıkabilirlermiş.

Veikko içinden “Off, ağabeylerim nasıl da güleceklerdir şimdi!” diye geçirmiş. Ama kendisinin pek gülecek hali yokmuş. Faytonun yanına doğru yürümüş ve küçük fareye korkmamasını, ona çok iyi bakacağını söylemiş. Babasının da, tıpkı kendisi gibi çok yumuşak kalpli biri olduğunu, ona karşı nazik davranacağından şüphesi olmadığını söyleyerek fareciği rahatlatmaya çalışmış.

Ormandan ayrılınca üzerinden yaya köprüsü geçen bir nehre varmışlar. Veikko ve fındıkkabuğundan fayton köprünün tam ortasına varınca karşı yönden gelen bir adam çıkmış karşılarına. “Aman Tanrım!” diye haykırmış adam, Veikko’nun yanında yuvarlanarak giden küçük tuhaf faytonu görür görmez, “Bu da nedir böyle?” Sonra durup dikkatle bakmış kahkahalarla gülerek ayağını uzatmış ve faytonu, küçük fareyi, hizmetkârlarını ve zıp zıp zıplayan beş küçük atı köprüden aşağı, suyun içine fırlatıvermiş.

Veikko çılgına dönmüş. “Ne yaptın sen! Ne yaptın sen!” diye hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamış Veikko. “Benim zavallı küçük sevgilimi boğdun!” diyerek üzerine yürümüş adamın. Veikko’nun deli olduğunu düşünen adam alelacele uzaklaşıp gitmiş.

Veikko gözyaşları içinde aşağıya suya bakmış. “Ah zavallı küçük fare!” demiş “Seni kaybettiğim için öyle kederliyim ki! Sevgi dolu, sadık sevgilimdin sen benim, meğer seni ne kadar da çok seviyormuşum!”

Veikko kendi kendine konuşurken, birden nehrin karşı kıyısından gelen, parıl parıl parlayan beş atın çektiği, altından yapılmış güzel mi güzel bir fayton görmüş. Altın dantelli giysiler içinde bir faytoncu dizginleri tutuyor ve sivri şapkalı bir uşak arkada dimdik oturuyormuş. Faytonda Veikko’nun o güne kadar gördüğü kızların, hatta yeryüzünün en güzeli oturuyormuş. Yanakları kiraz gibi kırmızı, teni kar gibi beyazmış ve uzun altın saçlarında mücevherler ışıldıyormuş ve inci rengi kadifeler giyinmekteymiş. Gördüklerinin güzelliği ve görkemi karşısında Veikko’nun dili tutulmuş.

Kız eliyle yaklaşmasını işaret etmiş Veikko’ya ve yanına gelince de ona şöyle demiş: “Yanıma oturmaz mıydın?” “Ben mi? Ben mi?” diye kekelemiş Veikko, düşünemeyecek kadar şaşkın bir halde. Güzeller güzeli kız gülümsemiş. “Ben bir fareyken beni hayatının aşkı olarak seçmekten utanç duymadın sen,” demiş, “ve şimdi şüphesiz ki tekrar bir Prenses olduğum için beni terk etmeyeceksin.” “Bir fare mi!” demiş Veikko nefesi kesilerek. “Sen küçük bir fare miydin?” Prenses “evet” dercesine başını sallamış ve devam etmiş: “Evet, şeytani bir büyünün altındaki küçük fareydim ben ve sen beni hayatının aşkı olarak kabul etmeseydin ve bir başkası beni nehirde boğmasaydı, büyünün tesiri devam edecekti. Ama artık büyü sonsuza dek bozuldu. Gel yanıma, babana gidelim. Onun da onayını aldıktan sonra evlenelim ve benim krallığıma gidelim.”

Ve öyle yapmışlar. Hemen çiftçinin evine doğru yola koyulmuşlar. Veikko’nun babası, ağabeyleri ve ağabeylerinin sevgilileri Prensesin faytonunun kapılarının önünde durduğunu görünce, böylesi önemli birilerinin neden onları görmek isteyebileceğini anlamaya çalışarak hep birlikte dışarı çıkmışlar.

“Baba!” diye bağırmış Veikko, “beni tanımadın mı?” Babası bakmış ki ne görsün! “Aman, Allahım! Bu bizim Veikko!” demiş. “Evet, baba, benim, Veikko ve bu Prenses de evleneceğim kız!” “Bir Prenses mi dedin, Veikko? Bağışla beni, ama nerede buldun bu Prensesi?” diye sormuş babası. Veikko her zamanki gibi dürüstlükle yanıtlamış: “Ormanda, ağacımın işaret ettiği yerde.” “Tamam, tamam, tamam,” demiş çiftçi, “ağacının işaret ettiği yerde. Bunun evleneceğin kadını bulmak için çok iyi bir yol olacağını hep biliyordum zaten.”

Büyük kardeşler hüzünlü bir şekilde başlarını sallamış ve “Şu talihimize bak! Keşke bizim ağaçlarımız da ormanı işaret etseydi de biz de bu gösterişsiz köy kızlarının yerine prensesler bulsaydık!” diye mırıldanmışlar.

Ama ağabeyleri elbette ki yanılıyorlarmış. Veikko’nun Prensesi bulmasının nedeni ağacının ormanı işaret etmesi değilmiş, Veikko öyle sade öyle iyi bir adammış ki küçücük bir fareye bile nazik davranmış.

Çiftçinin de rızasını aldıktan sonra, Veikko ve Prenses, Prensesin ülkesine gidip evlenmişler. Ömürlerinin sonuna kadar mutlu mesut yaşamış, hem kendilerinin hem birbirlerinin gönüllerini şen etmişler. Birbirlerine de hep sadık kalmışlar.

Gökten üç elma düşmüş. Biri bu masalı anlatanın başına, biri bu masalı okuyan sizlerin başına, biri de gerçek aşkın ne parada ne pulda ancak ve ancak kalbinin en derinlerinde olduğunu anlayan herkesin başına…

Çeviren: Özlem Kurtman
Editör: Nuray Önoğlu
Fin masalı

Comments

Popular posts from this blog

BİR GÖZ, İKİ GÖZ, ÜÇ GÖZ ♫

GEYİK PRENS VE KIZ KARDEŞİ

KRİSTAL KÜRE