TẰM İLE CÁM
Bir zamanlar Tấm adında güzel bir kız yaşarmış. Annesi öldüğünde Tấm küçücükmüş.
Çok küçük yaşta öksüz kalmış olmasına rağmen mutlu bir çocukluk ve genç kızlık
geçirmiş Tấm. Çünkü babası ona annesinin yokluğunu hissettirmemek için
elinden geleni yapmış, her zaman çok iyi bakmış. Baba kız mutlu mesut yaşayıp gidiyorlarmış.
Babası
kötü kalpli bir kadına gönlünü kaptırıp onunla evlenince, her şey değişmiş. Üvey annesi Tấm'ı hiç sevmemiş, yük gibi görmüş. Cám adında bir kızı olunca, Tấm'ı iyice fazlalık olarak görmeye, ona daha çok eziyet etmeye başlamış.
Babasının Tấm’a düşkünlüğünü üvey annesi ve kardeşi hiç
çekemiyorlar, baba ortada yokken ona etmediklerini bırakmıyorlarmış.
Zavallı Tấm
paçavralar içinde dolanıyor, yemek yapıyor, evi temizliyor, gece gündüz demeden
pınardan su taşıyormuş. Fakat ne bakımsızlık ne de kötü giysiler Tấm’ın
güzelliğini eksiltmiyormuş. Saçları ipek gibi yumuşak, teni bulutlar kadar
beyaz, sesi bülbüllerinki kadar ahenkliymiş. Üvey annesinin ve kızkardeşinin
kıskançlığı arttıkça artıyor, başına bir kötülük gelmesi umuduyla onu habire
tehlikeli işlere koşuyorlarmış.Tấm’ın her defasında hiçbir zarar görmeden sağ
salim eve dönmesi onları daha da öfkelendiriyormuş.
Bir gün üvey annesi Tấm’ı kızkardeşi Cám’la birlikte nehre balık tutmaya
göndermiş. Bir de ödül vaat etmiş. En çok balığı tutana kırmızı ipekten çok
güzel bir elbise dikecekmiş. Tấm kırmızı ipekten güzel bir elbisesi olsun çok istemiş. Bütün gün çok çalışmış, tutabildiği kadar
balık tutmuş; akşam olduğunda, sepeti balık doluymuş. Cám ise nehir kıyısında
gezinerek tembellik ettiğinden, akşam olduğunda sepeti bomboşmuş. Akşam kendi sepetinin bomboş olduğunu gören Cám, ablasını eve dönmeden önce nehirde
yıkanıp balık kokusundan ve günün yorgunluğundan arınması gerektiğine ikna etmiş. O nehirde
yıkanırken, kızkardeşi onun sepetinin yerine kendi boş sepetini bırakıp balık
dolu sepeti aldığı gibi eve yollanmış.
Tấm, ırmaktan çıkıp durumu anlayınca, iki gözü iki çeşme ağlamış. Hiçbir
zaman kırmızı ipekten güzel bir elbise giyemeyeceğini düşünerek üzülüyor ve
içli içli ağlıyormuş. Birden ılık bir rüzgar okşamış tenini ve Tấm başını
kaldırıp baktığında, Merhamet Tanrıçası’nın karşısında durduğunu görmüş.
Tanrıça kaygılanmamasını, bundan sonra gözünün üstünde olacağını, onu koruyup
kollayacağını söylemiş ve “Sepetinin içine bak,” demiş. Tấm sepetine bakınca ne
görse beğenirsiniz! Altın gibi parlayan çok güzel bir balık! Tanrıça, Tấm’a
balığı altın balığı alıp eve götürmesini, ona gözü gibi bakmasını ve iyi beslemesini
söylemiş.
Tấm, Merhamet Tanrıçası’nın dediği gibi balığı alıp eve götürmüş, onu evin
arkasındaki kuyuya koymuş ve her gün kendisine verilen yemekten artırabildiği
kadar artırıp balığı güzelce beslemeye başlamış. Balık her gün Tấm’ı hevesle
bekler, getirdiklerini yer, söylediği güzel şarkıları dinlermiş zarafetle
kuyuda yüzerken. Böyle böyle Tấm’ın en iyi arkadaşı olmuş altın balık. Tấm günün yorgunluğunu balığıyla dertleşerek atıyor, rahatlıyormuş. Fakat
üvey annesinin Tấm’ı mutlu görmeye tahammülü yokmuş. Bir gün onu bir işe koşmuş
ve Tấm ortalarda yokken, balığı kuyudan almış ve akşam yemeği niyetine
pişirmiş.
Tấm geri dönüp de balığını yerinde bulamayınca ve olanları anlayınca çok ama çok üzülmüş, acı
gözyaşları dökmüş. Yine hissetmiş o ılık esintiyi ve yine karşısında bulmuş
Merhamet Tanrıçası’nı. Tanrıça balığın kılçıklarına alıp dört testiye
bölüştürmesini ve yatağının dört köşesinin altına gömmesini söylemiş. Tấm Merhamet
Tanrıçası’nın dediklerini harfiyet yapmış.
Aradan zaman geçmiş. Tấm’ın babası ölmüş. Üvey annesi nefretini artık daha
pervasızca gösteriyormuş. Günlerden bir gün ülkenin kralının büyük bir kutlama
yapacağı haberi yayılmış. Büyük bir balo
yapılacakmış. Tấm hevesle baloya gitmeyi bekliyormuş, ne de olsa krallıktaki
herkes davetliymiş; üvey annesi gitmesine engel olmaz sanıyormuş. Balo günü
geldiğinde herkes çok heyecanlıymış. Üvey annesi ve kızkardeşi en güzel
giysilerini giyip, en gösterişli takılarını takıp hazırlanmaya koyulmuşlar. Tấm’ın
baloya gitmesine engel olmak için de üvey annesi iki çuval siyah ve beyaz fasuyeyi
birbirine karıştırmış ve siyah fasulyelerle beyaz fasulyeleri birbirinden
ayırmadan evden çıkıp baloya gidemeyeceğini söylemiş. Kendisi ve kızı, şık
şıkırdım baloya gitmek için yola çıkmışlar.
Tấm gözyaşları içinde fasulyeleri ayıklıyor, fasulyeleri ayıklayıp baloya
yetişmesinin imkânsız olduğunu bilerek gözyaşı döküyormuş bir yandan da. Ağlayarak
fasulyeleri ayıklarken, yine o ılık esintiyi hissetmiş ve Merhamet Tanrıçası’nı yine karşısında bulmuş.
Merhamet Tanrıçası yanında bir serçe sürüsüyle gelmiş.
Serçeler göz açıp kapayana kadar siyah fasulyeleri beyazlardan ayırmışlar. Ayıklanan fasulyeleri çuvallara doldurmuş Tấm. Merhamet Tanrıçası, “Şimdi gidip gömdüğün
testileri çıkar bakalım,” demiş. Tấm testileri yatağının dört köşesinden kazıp
çıkarınca içlerinde neler bulsa beğenirsiniz! Harikulade ipek elbiseler, çok
güzel mücevherler, altın işlemeli terlikler ve çok güzel bir atlı araba. Tấm
hemen giyinip kuşanmış, bir de bakmış atlı arabaya kocaman olmuş, binmesini bekliyor. Arabaya binmiş ve hızla saraya doğru yola koyulmuş.
Saray yolunda bir köprüden geçtikleri esnada farkına varmadan ayağındaki altın işlemeli terliklerden biri nehre düşmüş.
Saray yolunda bir köprüden geçtikleri esnada farkına varmadan ayağındaki altın işlemeli terliklerden biri nehre düşmüş.
Kral da filinin üzerinde, baloya yetişmek üzere saraya dönüyormuş. Onun
yolu da o nehirden geçiyormuş. Kıyıdaki otların arasına sıkışan altın işlemeli
terliğin ışıltısı kralın bindiği filin gözünü alınca fil huysuzlanmış. Kralın adamları sorunu
anlamak için etrafa bakınınca, terliği bulmuşlar. Kral bu zarif terliği giyen
ayakları çok merak etmiş. Terliği alıp saraya dönmüş. Ne de olsa herkes baloda
olacakmış ve terliğin kimin ayağına uyduğunu, diğer tekinin kimde olduğunu anlamak zor olmayacakmış.
Balo başlayınca, Kral bütün kadınları sırayla terliği denemeye çağırmış.
Üvey anne ve Cám’ın da aralarında olduğu bütün kadınlar sırayla şanslarını
denemişler ama terlik ayaklarına uymamış. Derken, çok güzel ipek giysiler
içindeki, harika mücevherler takmış bir kadın gelmiş kralın karşısına. Herkes
bu soluk kesici güzelliğe bakıp kim olduğunu merak etmiş. Kral terliği ayağına
geçirmiş ve özel olarak onun için yapılmışçasın ayağına uyduğunu, zaten öbür tekinin de ayağında olduğunu görmüş. Orada, o onda aşık olan Kral, Tấm’ın
aradığı kraliçe olduğunu herkese ilan etmiş ve hemen o gece Tấm’la evlenmiş.
Balodakiler Kral ile Tấm’ın evlenmelerinin şerefine bütün gece eğlenmişler.
Kraliçe olan Tấm sarayda, üvey annesi ve kızkardeşi ise eski evlerinde
yaşıyorlarmış artık. Babasının ölüm yıldönümünde, Tấm iyi bir evlat olarak aile baba evine dönmüş. Bunu fırsat bilen kurnaz üvey annesi, babasının sunağına koymak
üzere betel cevizleri toplamak üzere areka ağacına çıkmasını istemiş ve o ağacın üzerindeyken ağacı kesmiş, Tấm ağaçtan düşüp
ölmüş. Üvey annesi hemen kraliçenin ölümünü Kral’a haber vermiş. Kral perişan olmuş. Ama kurnaz üvey anne ablasının giysilerine bürünerek ona benzemeye çalışan Cám’la evlenmeye
ikna etmiş kralı; böylece kendi kızını ablasının yerini almak üzere saraya yollamış.
Tấm, sevgili kocasının özlemine dayanamamış, çok güzel bir bülbül olarak
yeniden doğmuş ve sarayın bahçesindeki ağaçların üzerinde yaşamaya başlamış. Kral
da sevgili karısının ölümünden sonra çok kederliymiş. İyice sessizleşmiş.
Sürekli yalnız kalmak istiyor, yeni kraliçeye hiç ilgi göstermiyormuş. Bir gün
Kral bahçede gezinirken, bülbül en tatlı sesiyle şarkısını söylemiş. Bülbülün
sesi Kral’a sevgili Tấm’ının güzel şarkılarını anımsatmış, Kral uzun zamandan
beri ilk kez bir şeye ilgi göstermiş. Bülbülün sevgilisinin reenkarnasyonu
olabileceğini düşünmüş ve “Eğer sen benim sevgili Tấm’ım isen,
lütfen gel koluma kon,” diye seslenerek ipek kaftanının geniş yeninin içindeki kolunu
kaldırmış. Bülbül hemen gelip koluna konmuş ve en güzel şarkılarını söylemeye
başlamış. Kral sevinçten deliye dönmüş. Derhal altın bir kafes yapılmasını
söylemiş, kafesi başucuna koymuş ve sevgili bülbülünü de hiç başucundan ayırmaz
olmuş.
Cám, Kral’ın bülbüle olan düşkünlüğünü, kendisine hiç ilgi göstermezken
bülbülü baş ucundan ayırmamasını ve vaktini hep onunla geçirmesini deli gibi
kıskanıyor, bülbülü ortadan kaldırma planları yapıyormuş. Bir gün Kral’ın maiyetiyle
ava çıkmasını fırsat bilerek, bülbülü kafesinden almış, öldürmüş ve götürüp
ormana gömmüş.
Aradan kısa bir zaman geçmiş ve bülbülün gömüldüğü noktada muhteşem bir
ağaç büyümüş. Üzerinde altın renkli tek bir meyve varmış ve meyvenin enfes
kokusu etrafa yayılıyormuş. Bir gün oradan geçmekte olan yaşlı bir kadının
dikkatini çekmiş bu enfes, altın renkli meyve. Yaşlı kadın meyveye bakmış ama
tırmanıp alamayacağı kadar yüksekteymiş meyve. Bunun üzerine meyveye yalvarmış,
“Ben yalnız, zavallı, yaşlı bir kadınım. Lütfen kucağıma düş, seni kesinlikle
yemeyeceğim. Evime götürüp en güzel en ince en zarif porselen kâsemin içine
koyacağım ve varlığının tadını çıkarıp sana hayran olmakla yetineceğim, söz
veriyorum,” demiş. İnanılır gibi değilmiş ama o bu sözleri söyler söylemez
meyve kucağına düşüvermiş. Meyveyi alıp evine götürmüş. Evindeki en güzel en
zarif en ince porselen kâseyi masanın ortasına, altın meyveyi de içine
koymuş ve söz verdiği gibi hayranlıkla bakıp orada tutmuş.
Ertesi gün yaşlı kadın birtakım işlerini halletmek için dışarıya çıkmış.
Eve döndüğünde bir de ne görsün! Evi silinip süpürülmüş; bulaşıkları,
çamaşırları yıkanmış, nefis yemekler pişirilmiş ve yesin diye sıcak sıcak onu
bekliyor! Yaşlı kadın son derece şaşırmış bu durum karşısında ve meraka
kapılmış. Kim olabilirmiş ona bu iyilikleri yapan? Ertesi gün yine dışarı
çıkıyormuş gibi yapmış ama kapının arkasına saklanıp neler olacağını beklemeye koyulmuş. Şaşkınlıkla altın meyvenin içinden güzeller güzeli bir genç kadının
çıktığını ve evini derleyip toplamaya başladığını görmüş. Tấm’dan başkası
değilmiş bu genç kadın. Hemen atılıp meyvenin kabuğunu parçalamış ki genç kadın
içine geri dönemesin. Sonra da ondan kızıymış gibi kendisiyle yaşamasını istemiş. Böylece
yaşlı kadın ve Tấm, ana – kız gibi ormandaki kulübede birlikte yaşamaya
başlamışlar.
Bir gün Kral yine ava çıkmış ormanda kulübenin yakınlarından geçiyormuş. Burnuna
nefis betel sarması kokusu gelmiş. Sarmanın kokusu tıpkı ölen sevgili
kraliçesinin pişirdiği yemeğin kokusu gibiymiş. Kokuyu izleyerek yaşlı kadının
kulübesine gelmiş Kral. Yaşlı kadın Kral’ı görmekten son derece mutlu olmuş,
hemen ona yiyecek, içecek ikram etmiş. Betel sarmalarının aynen ölen sevgili
kraliçesinin vaktiyle yaptığı gibi, biraz sıra dışı bir şekilde yapılmış
olduklarını gören kral, onları kimin yaptığını sormuş. Yaşlı kadın kızının
yaptığını söylemiş. Kral derhal kızı görmek istemiş.
Tấm, karşısına gelip eğilerek onu selamlayınca, Kral hemen tanımış Tấm’ı.
Kralın ve Tấm’ın mutluluğu görülecek şeymiş, ikisi de sevinçten havalara uçacak
gibiymiş. Oturup uzun uzun konuşmuşlar, olanları öğrenmiş Kral vel Tấm’ı alıp saraya dönmüş.
Cám, ablasını karşısında görünce çok şaşırmış. Ondan kurtuluş olmadığını
anlayınca, güzelliğininin ve cazibesinin sırrını öğrenmeye, böylece Kral'ı cezbetmeye karar vermiş. Ablasına ipek saçlarını, beyaz
tenini ve kiraz dudaklarını neye borçlu olduğunu sormuş; güzelliğinin sırrını
kendisine de söylemesini istemiş. Tấm da ona büyük bir kazanda suyu iyice
kaynattığını ve içine atladığını söylemiş. Cám hemen büyük bir kazana su
doldurtmuş, ateşin üzerine oturtmuş ve suyu fokur fokur kaynatmış. Bir an önce
ablası kadar, hatta daha güzel olmak istiyormuş. Su iyice kaynayınca kazana
atlamış ve korkunç bir şekilde ölmüş. Bu haberi duyan annesi de ağlamaktan kör
olmuş.
Artık kötülüğünü isteyen, ona tuzak kuran kimse kalmayınca, Tấm sevdiği
adamla birlikte uzun yıllar mutluluk içinde yaşamış.
Çeviren: Nuray Önoğlu
Vietnam masalı
Çeviren: Nuray Önoğlu
Vietnam masalı
Comments
Post a Comment