HAYALPEREST ♫



Bir zamanlar, oğulları düş kurmayı çok seven bir anne baba yaşarmış. Bir sabah oğlan kalkmış ve annesine “Anne, dün gece bir rüya gördüm, fakat rüyamı sana anlatmayacağım,” demiş. Annesi ”Neden anlatmıyorsun?” diye sormuş. Oğlan “Anlatmayacağım işte!” demiş, başka bir şey dememiş.

Bu duruma fena halde kızan annesi oğlanı dövmüş. Oğlan annesinin elinten kurtulup babasına koşmuş ve demiş ki “Baba, dün gece bir rüya gördüm. Anneme anlatmadım, sana da anlatmayacağım.” Babası “Neden anlatmıyorsun?” diye sormuş. Oğlan “Anlatmayacağım işte!” demiş, başka bir şey dememiş. Babası da oğlanı dövmüş.

Oğlan gördüğü muameleye çok öfkelenmiş ve evden kaçmış. Yolculuğunun birinci gününden sonra bir gezginle karşılaşmış. “İyi günler,” demiş oğlan gezgine. “İyi günler,” diye cevap vermis gezgin. “Bir rüya gördüm” demiş oğlan, “gördüğüm rüyayı anneme anlatmadım, babama da anlatmadım, sana da anlatmayacağım.”

Oğlan yürümüş, yürümüş, az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş ve bir prensin sarayına ulaşmış. Prens sarayın kapısının önünde oturuyormuş. Oğlan prense, “Prens! Ben bir rüya gördüm, anneme anlatmadım, babama anlatmadım, gezgine anlatmadım ve sana da anlatmayacağım.”

Prens oğlana fena halde kızmış ve oğlanı sarayın zindanında bir hücreye hapsettirmiş. Oğlan, hücresindeki duvarı çakısıyla kazmış, kazmış, kazmış ve Prens’in kızının yemek odasına çıkan, içinden geçebileceği büyüklükte bir delik açmış. Oğlan odaya girince bir sofra ve sofrada prensin kızı için hazırlanmış yemekleri bulmuş. Bütün yemekleri yemiş ve hücresine geri dönmüş.

Prensin kızı bir sure sonar yemeğini yemek üzere odasına gelmiş ama sofraya bakmış ki ne görsün! Bütün yemekler yenilip bitirilmiş. Bu hal günlerce böyle devam etmiş. Prensin kızı her gün yemeklerini yiyip bitirenin kim olduğunu artık çok ama çok merak etmiş. Kim olduğunu öğrenmeyi kafasına koymuş. Ertesi gün gardrobunun içine saklanarak beklemeye başlamış. Oğlanın duvardaki büyük bir taşı yerinden çıkararak odasından içeri süzülüşünü ve sofradaki yemekleri bitirişini izlemiş. Oğlan yemekleri bitirince hücresine dönmek üzere harekete geçmiş ve Prens’in kızı hemen saklandığı yerden çıkıp oğlanı yakalamış “Kimsin sen genç adam?” diye sormuş.

“Ben bir rüya gördüm” demiş oğlan. “Anneme anlatmadım, babama anlatmadım, gezgine anlatmadım, hatta Prense de anlatmadım. Prens de çok kızdı bana ve beni zindanda bir hücreye attırdı. Ben de çakımla bir delik kazdım ve buraya geldim. Merhametinizi dilerim.”

Kız oğlana oracıkta aşık olmuş ve bundan böyle ona sadece yemeğini değil, aşkını da vereceğini söylemiş. Birbirlerine karı-koca olmak için söz vermişler.

Bi gün Doğunun Kralı, Prens’e elçilerini göndermiş. Elçinin elinde iki ucu da aynı olan bir ağaç dalı varmış. Elindeki dalı Prens’e göstermiş ve “Şimdi bana bu değneğin başı neresi, sonu neresi söyleyin. Eğer bu bilmeceyi çözerseniz ne ala, ama bilemezseniz kızınızı ülkemizin kralının oğluma vereceksiniz. Kralımız bunu size iletmemizi söyledi.”

Prens soruya cevap vermek için süre istemiş. Bütün danışmanlarını çağırmış, fakat hiç biri bilmeceyi cevabını çözememiş. Doğru cevabı bulamazlarsa, Prenses’i Doğunun Kralı’nın oğluna vermekten başka çareleri kalmayacakmış. Olanları duyan Prenses durumu oğlana anlatmış, bilmecenin cevabını bulamadıklarını söylemiş üzüntüyle. Oğlan demiş ki “Git ve babana de ki onlara şu cevabı versin: Değneği bir havuza batırın, değneğin altı suda daha derine batacaktır.”

Prenses hemen koşup babasına oğlanın verdiği cevabı söylemiş. Prens de dediğini yapmış ve bilmece çözülmüş. Ertesi gün Doğunun Kralı, her bakımdan birbirinin tıpkısı üç at göndermiş ve sordurmuş: ”Bunlardan hangisi bir yaşında, hangisi iki yaşında ve hangisi anneleri? Eğer bu bilmeceyi çözerseniz, ne ala. Ama çözemezseniz kızınızı oğlumla evlendirmek zorundasınız.”
Prensin bütün bilginleri bir araya gelmiş ama bilmeceyi çözememiş. Prenses yine durumu öğrenmiş ve yine akşam olunca durumu oğlana anlatmış ve üzüntüyle demiş ki ”Kimse bilmeceyi çözemedi. Yarın beni götürmeye gelecekler.” Oğlan Prenses’e hiç üzülmemesini söylemiş. “Babana de ki”, demiş, “atları gece boyunca bir yere kapatsınlar. Sabah olunca bir demet samanı alsınlar, iyice ıslatsınlar, tuzlasınlar ve atların tutulduğu yerin kapısının önüne bıraksınlar. Önce anne gelecektir, ardından iki yaşındaki tay ve en son bir yaşındaki tay çıkacaktır.”

Oğlanın tavsiyelerini yerine getirmişler ve bilmece çözülmüş. Ertesi gün Doğunun Kralı, elçisiyle Prense çelik bir kalkan, çelik bir mızrak ve bir haber göndermiş: “Eğer bu kalkanı, bu mızrakla bir hamlede delebilirseniz, kızımı oğlunuzla evlendireceğim, eğer delemezseniz kızınızı oğluma vereceksiniz.”
Prens ve tüm adamları, kalkanı delmeye çalışmışlar ama hiçbiri başarılı olamamış. Prens kızına demiş ki “Git, şu bilmeceleri cozen adamını getir bakalım, kalkanı o delebilecek mi?” Prenses adamının kim olduğunu Prens’e açıklamış. Oğlan hücreden çıkartılıp getirilmiş ve bir hamlede mızrakla kalkanı delmiş.

Hal böyle olunca, Doğunun Kralı’nın kızını Prens’in oğluna vermesi gerekecekmiş. Gelgelelim Prensin oğlu yokmuş. Bütün bilmeceleri çözen ve kalkanı delen oğlanı evlat edinmiş ve tahtının varisi yapmış. Ama oğlan aynı zamanda kızının kocası yani damadıymış. Dolayısıyla kralın kızını alacak kişi bizim oğlan oluyormuş.

Oğlan, Doğunun Kralı’nın kızını getirmek üzere derhal sefere hazırlanmış. Yola çıkmış, uzun bir yol gittikten sonra eğilip kulağını yere dayamış bir adamla karşılaşmış. “Sen ne biçim bir adamsın?” diye sormuş oğlan. “Ben kulağımı yere dayarım ve dünya üstündeki herkesin söylediklerini dinleyebilirim” demiş adam. “Vay canına! Adama bak!” diye bağırmış oğlan. “Dünyadaki tüm söylenenleri duyabiliyor”. Yeri Duyan Adam “Hey! “demiş, “Bir adam çelik mızrağıyla çelikten bir kalkanı delmiş.” “O bendim” demiş oğlan. “O zaman sen benim kardeşimsin” demiş Yeri Duyan Adam ve oğlanın peşinden gelmiş.

Uzun bir yol gittikten sonra bir bacağı Ağrı Dağı, bir bacağı Toros Dağı kadar olan bir adamla karşılaşmışlar. “Vay canına! Adama bak!” diye bağırmış oğlan. “Dünyanın üstünde geziniyor.” “Hey” diye haykırmış Devasa Bacak.” “Bir adam çelik mızrağıyla çelikten bir kalkanı delmiş.” “O bendim” demiş oğlan. “O zaman sen benim kardeşimsin” demiş Devasa Bacak ve oğlanın peşinden gelmiş.

Uzun bir yol gittikten sonra yedi ayrı fırında pişen tüm ekmek somunlarını yiyen ve hala ağlayan bir adamla karşılaşmışlar. “Açım! Açım! Açlıktan ölüyorum! Tanrı aşkına bana yiyecek birşeyler verin!” diyormuş adam. “Vay canına! Adama bak!” diye bağırmış oğlan. “Yedi fırın dolusu ekmekle bile doymak bilmiyor!” “Hey” diye haykırmış Obur. “Bir adam çelik mızrağıyla çelikten bir kalkanı delmiş.” “O bendim” demiş oğlan. “O zaman sen benim kardeşimsin” demiş Obur ve oğlanın peşinden gelmiş.

Hep birlikte yola devam etmişler ve yolda tüm dünyayı omuzlarında taşıyan bir adamla karşılaşmışlar. “Vay canına! Adama bak!” diye bağırmış oğlan. “Dünyanın taşıyıcısı!” “Hey” diye haykırmış Dünyayı Taşıyan.” “Bir adam çelik mızrağıyla çelikten bir kalkanı delmiş.” “O bendim” demiş oğlan. “O zaman sen benim kardeşimsin” demiş Dünyayı Taşıyan, ve oğlanın peşinden gelmiş.

Az sonra Fırat Nehrinin yanında yatmakta olan bir adamla karşılaşmışlar. Adam nehri kuruturcasına su içiyor, buna rağmen “Çok susadım! Kurudum! Susuzluktan öleceğim. Tanrı aşkı için biraz su!” diye ağlıyormuş. “Vay canına! Adama bak!” diye bağırmış oğlan. Fırat nehrinin suyu bile susuzluğunu gidermiyor.” “Hey” diye haykırmış Nehir-içen.” “Bir adam çelik mızrağıyla çelikten bir kalkanı delmiş.” “O bendim” demiş oğlan. “O zaman sen benim kardeşimsin” demiş Nehir-İçen ve oğlanın peşinden gelmiş.
Bir zaman daha yol aldıktan sonra kavalını çalan bir çobanla karşılaşmışlar. O da ne! Kavalın sesini duyan tüm tepeler ve vadiler, ovalar ve ormanlar, insanlar ve hayvanlar dans ediyormuş! “Vay canına! Adama bak!” diye bağırmış oğlan. “Müziğiyle bütün dünya dans ediyor! “Hey” diye haykırmış çoban. “Bir adam çelik mızrağıyla çelikten bir kalkanı delmiş.” “O bendim” demiş oğlan. “O zaman sen benim kardeşimsin” demiş Çoban, ve oğlanın peşinden gelmiş.

Artık tam yedi kişi olmuşlar.

Altı kardeş “Çelik kalkanı delen kardeş!” diye seslenmişler. “Şimdi nereye gidiyoruz?” Oğlan: “Gidip Doğunun Kralı’nın kızını getireceğiz,” diye cevap vermis.

Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, altı ay bir güz gitmişler ve Doğunun Kralı’nın başkentine varmışlar. Onları gören Kral gizlice yardımcılarına demiş ki “Bu yedi adam benden kızımı almaya geldi. Tanrı korusun! Bu hanımevletları bir tas çorbayı bile bitiremezler. Şimdi gidin ve yirmi bir fırın dolusu ekmek yapın ve yirmi bir kazan dolusu çorba pişirin ve önlerine koyun. Hepsini bir seferde yerlerse kızımı veririm, bitiremezlerse vermem.”
Oğlan ve arkadaşları Kralın dairesinden uzakta bir daireye yerleştirilmişler. Kral, kendi dairesinde yardımcılarına buyruklar verirken Yeri Duyan, Kralın konuşmalarını duymuş, oğlana demiş ki “Çelik kalkanı delen kardeş, Kral adamlarına ne diyor, duydun mu?” “Hayır” demiş oğlan. “Kral’ın dairesinden bu kadar uzakta, onların konuşmalarını nasıl duyabilirim?” Yeri Duyan Adam demiş ki: “Bize yirmi bir at yükü ekmek ve yirmi bir kazan dolusu çorba verecekler ve eğer bir seferde yemeğimizi bitiremezsek prensesi bize vermeyi reddedecekler.” “Endişelenmeyin” demiş Obur. “Bu sorumluluğu ben alıyorum.”

Ertesi gün tüm ekmek ve çorbalar Obur’a verilmiş ama hazırlanan yirmi bir fırın dolusu ekmek ve yirmi bir kazan dolusu çorba doyurmaya yetmemiş. Hâlâ “Açım! Bana yiyecek bir şeyler verin!” diye ağlıyormuş.

“Başımın belası herifler!” demiş Kral etrafındakilere. “Birini bile doyuramıyoruz, yedisi birden yerse ne yapacağız! Şimdi size yapmanız gerekeni anlatacağım: Onları uzak bir evde ağırlayın, çok miktarda ağaç ve çalı toplayıp götürün ve evin etrafına dağıtın. Gece yarısı olduğunda, uyurlarken hepsini ateşe verin. Böylece hepsi yanıp kül olur ve onlardan kurtuluruz.”

Yeri Duyan, her şeyi dinlemiş ve arkadaşlarına anlatmış. “Dert etmeyin” demiş Nehir-İçen.”Midemde yangını söndürecek kadar su tutabilirim.” Hemen gitmiş ve yakındaki nehrin bütün suyunu içip dönmüş. Hepsi yatmaya gitmiş. Gece yarısı evin yandığını görmüşler. Nehir-İçen alevlere bir üflemiş, Hop! Ağzından sel gibi su akmaya başlamış. Bu sular yangını söndürmekle kalmamış, onları ateşe verenleri de boğmuş. Bu durum, Kralı daha da sinirlendirmiş ve vezirlerine şöyle demiş: “Ne olursa olsun, kızımdan vaz geçmeyeceğim!”
“Şimdi sıra bende” demiş Dünyayı-Taşıyan. “Eğer kızını bize vermezse ben de tüm Kraliyeti alır götürürüm”. Sözlerini bititir bitirmez Doğunun Kralı’nın topraklarını omuzlarına almış ve Hop! Tüm krallığı sırtlamış. Sonra Çoban kavalını üflemeye koyulmuş ve bütün dağlar, vadiler, ovalar, ormanlar ve içinde yaşayan tüm yaratıklar dans etmeye başlamış. Devasa-Bacak önlerinde yürüyüp yolu açmış; böylece her şey büyük bir şenliğe dönüşmüş. Tüm bunlar olup biterken Kral ağlayıp dövünmeye başlamış “Tanrı aşkına, Kraliyetimi bana bırakın! Kızımı alın ve gidin!” diye yalvarmış.

Böylece Dünyayı-Taşıyan Kraliyeti tekrar yerine bırakmış. Çoban kaval üflemeyi kesmiş ve tüm evren dans etmeyi bırakmış. Oğlan altı kardeşine çok değerli yardımları için teşekkür etmiş ve onları evlerine göndermiş.

Kendisi kızla birlikte Prens’in şehrine dönmüş. Prens’e Doğunun Kralı’nın kızıyla evlenmek istemediğini, onu sırf babasına bir ders vermek için gidip getirdiğini söylemiş. Kıza durumu anlattıklarında, babasının kendisini pazarlık konusu etmesine çok kızan prenses geri dönmek istememiş. Prens ve oğlan Doğunun Kralı’nın kızına, sarayda bir prenses olarak dilediği gibi yaşayabileceğini, gönlü birini severse ve isterse onunla evlenebileceğini söylemişler.

Oğlan yola çıktığında, karısının hamile olduğunu bilmiyormuş. Döndüğünde, o yokken dünyaya gelen bebeği kollarında ve sevgili karısı yanında, anne ve babasını çağırtmış. “Şimdi rüyamı anlatmamı ister misiniz?” demiş.“Evet, neydi rüyan?” diye sormuş anne babası. “Rüyamda şunu gördüm” demiş oğlan “başımın üstünde parlak bir güneş duruyor ve parlak bir yıldız kalbimde ışıldıyordu.” “Rüyan bu muydu?” demişler. “Evet, rüyam buydu.”

Bu masal bir rüyaydı. Rüyaları gönderen, gökten üç elma gönderdi. Birisi hikayeyi anlatanın başına, biri hikayenin anlatılmasını isteyenin başına, biri dinleyenin başına.


Çeviren: Özlem Köse
Editör: Nuray Önoğlu
Ermeni masalı

Not: Masalın sonuna küçük bir editoryal mühahalede bulunulmuştur.
Dinlemek için: https://soundcloud.com/ye-im-levy-kantekin/hayalperest




Comments

  1. Elinize, emeğinize, dilinize sağlık.
    Var olsun edebiyat.
    Harikasınız!
    :)

    ReplyDelete

Post a Comment

Popular posts from this blog

BİR GÖZ, İKİ GÖZ, ÜÇ GÖZ ♫

GEYİK PRENS VE KIZ KARDEŞİ

KRİSTAL KÜRE