ÇOBAN ve EJDERHA



Sırbistan’ın yüce bir dağında mütevazı bir çoban, etrafında sürüsüyle oturuyormuş. Aşağıda uzanan vadi, ayazın çoktan kızıla boyadığı heybetli kayın ağaçlarının sadece tepelerinin göründüğü, ince, beyaz bir sis tabakasıyla örtülüymüş. Koyunların kısacık kesilmiş otları mutlu mesut çiğnemeleri ve bir tarlakuşunun yükseklerden, maviliğin içinden gelen tatlı, titrek ötüşü, ortamın huzur dolu sessizliğini bölen yegâne seslermiş.

Çoban gerinip esnemiş, denizi ve gökyüzünü seyretmeye koyulmuş. O sıralar yapacak başka bir işi yokmuş, düşünmesi gereken de pek az şey varmış; çünkü hayatı tekdüze akıp gidiyor, sık sık değişik bir şey yaşamayı dilese de, bu akışı bozacak hiçbir şey olmuyormuş.

Koyun ağılının arkasına, karısının akşam yemeğini hazırlamakla meşgul olduğu kulübelerine dalgın dalgın bakarken, otların arasından karanlık bir şeklin kocaman, çıplak bir kayaya doğru usulca süzüldüğünü görmüş. Onu bir başkası, ardından diğeri izlemiş. Üzerlerinde incecik, parlak pullar olan yılanlarmış bunlar ve her birinin ağzında, kayaya değdirdikleri tuhaf bir kök varmış. Başka yılanlar da yaklaşıp aynı hareketi yapmış, ta ki koca kaya birdenbire parçalara ayrılıp toprakta uzun bir geçit ortaya çıkana dek; sonra yılanlar teker teker bu geçitten içeri süzülmüşler. Zehirli yaratıklardan hiç mi hiç hoşlanmadığını unutan çoban, neyin peşinde olduklarını merak edip, cesurca kayalık geçide girmiş.

Çok geçmeden, duvarlarındaki değerli taşların ışıltısıyla aydınlanan bir mağarada bulmuş kendini. Mağaranın tam ortasında zümrütler ve safirlerle süslü, altından yapılmış muhteşem bir taht ve ona dolanmış, gözlerinden ışık saçan devasa bir yılan varmış. Diğer yılanlar derin bir sessizlik içinde etrafında toplanmış duruyorlarmış; çoban şaşkınlıktan ağzı bir karış açık halde bakarken, devasa sürüngen gözlerini kapatmış ve anında hepsi uykuya dalmış.

Böylece çoban, mağarayı şöyle bir dolanmak, duvarları boydan boya kaplayan mücevherleri incelemek ve hani bir umut, bazılarını cebe atıp götürmek için bir fırsat yakalayıvermiş. Onları duvardan söküp çıkarmanın imkansız olduğunu anlayınca da, iyisi mi, yılanlar uyanmadan uzaklaşayım diye düşünmüş ve uzun geçitten geri dönmüş; ancak giriş kapalıymış ve dışarı çıkılamıyormuş. İşin tuhafı, hiç telaşa kapılmayıp tekrar mağaraya dönmüş ve yılanların yanına uzanıp o da derin bir uykuya dalmış.

Yılanların kıpırdadıklarını fark etmesiyle uyanması bir olmuş. Gözlerini açınca, hepsinin başlarını doğrultup amansız krallarına baktıklarını görmüş.

“Zamanı geldi mi, Yüce Efendimiz, zamanı geldi mi?” diye haykırmışlar.“Zamanı geldi,” diye cevap vermiş Kral, uzun bir duraksamadan sonra. Sonra tahtından aşağı süzülüp, hepsini mağaranın içinden kayaya doğru yönlendirmiş. Kayaya dokunur dokunmaz geçit açılmış ve tüm yılanlar kralın önünden yavaşça geçip dışarı çıkmış. Çoban da onların peşi sıra çıkmaya yeltenmiş, ancak Yılan Kral öfkeli bir tıslama ile yolunu kesmiş.

“İzin verin çıkayım, size yalvarıyorum, Ey Yüce Kral!” diye yakarmış çoban. “Sürümü daha fazla başı boş bırakırsam kaybederim, hem karım da evde beni bekliyordur.” “Bizim uyuduğumuz yere davetsiz girdin, o yüzden kalmak zorundasın,” diye cevap vermiş Kral; ancak çoban çıkmak için öylesine ısrarla yalvarmış ki, Kral dayanamayıp merhamet göstermiş. “Bu defalık gitmene izin vereceğim,” demiş, “ancak, saklandığımız yeri kimseye söylemeyeceğine dair kutsal bir yemin etmen şartıyla.” Çoban bu teklifi hemen kabul etmiş ve Yılan Kral’ın söylediği kutsal yemini onun peşi sıra üç defa tekrarlamış. Bitince de geçitten geçip dışarı çıkmasına izin verilmiş.

Çoban dışarı çıktığında verimli vadilerdeki kestane ağaçlarının artık beyaz yıldız kümeleri halinde çiçeklenmiş, kuzuların da meleyerek ona baharın geldiğini haber vermekte olduğunu görmüş. Büyük bir şaşkınlık içinde, bir yandan da karısının onu nasıl karşılayacağını merak ederek, alelacele evinin yolunu tutmuş. Kulübeye yaklaştığında, kapının önünde bir yabancının durduğunu görmüş ve geri çekilerek, adam gidene kadar görünmeden bekleyebileceği bir çalının gölgesine sığınmış.

Yabancı çobanın evinin kapısına sertçe vurmuş. Kapıyı, çobanın solgun, zayıf düşmüş karısı açmış. “Kocanız evde mi?” diye sormuş adam. “Ah, hayır!” diye cevap vermiş kadın kederli bir sesle. “Geçen sonbahar evden çıkıp dağın yamacına, koyunları otlatmaya gittiğinden beri görmedim onu. Herhalde kurtlar saldırıp yedi,” demiş ve yüzünü önlüğüne gömüp gözyaşlarına boğulmuş.

Karısının acısından etkilenen çoban, saklandığı yerden çıkıvermiş. “Buradayım sevgili karıcığım,” demiş neşeyle. Kadın hemen ağlamayı kesmiş, ancak kocasını eve buyur edeceğine, kaşlarını çatıp azarlamaya başlamış. “Nerelerdeydin be tembel adam?” diye çıkışmış. “Beni öylece terk edip tüm kış boyunca kendi başımın çaresine bakmak zorunda bıraktın. Derhal cevap ver, neredeydin?” Çoban, yeminini bozmadan bu soruya cevap veremezmiş.

Öte yandan karısının sorularını savuşturmaya çalışırken çobanın sergilediği tuhaf tavır, yabancının merakını uyandırmış. “Haydi, haydi bakalım delikanlı,” demiş yabancı, “karına gerçeği anlat, ben de seni bir altınla ödüllendireyim. Kış gecelerinde nerede uyudun ve ne yapıyordun?” “Koyun ağılında uyudum,” diye anlatmaya koyulmuş çoban, ancak yabancı alay edercesine gülmüş. “Buna inanacak kadar aptal olduğumuzu düşünmüyorsun herhalde,” demiş. “Söylesene be adam! Bir şey sakladığının farkındayız.”

Bu baskıya dayanamayan çoban, gönülsüzce mağaranın varlığını itiraf etmiş ve kılık değiştirmiş bir büyücü olan yabancı, ona sadece yolu göstertmekle kalmamış, bir de üstüne içeri nasıl girildiğini söyletmiş. Hemen ayaklarının dibinde bir yılanın bıraktığı kök duruyormuş, onu alıp değdirdikleri kaya anında açılıvermiş ve içeri girmelerine izin vermiş.

Büyücü de tıpkı çoban gibi mağaranın duvarlarını kaplayan göz alıcı mücevherlere imrenmiş ve giysisinin kıvrımları arasından çıkarttığı büyü kitabını, içinde bu devasa hazineyi nasıl ele geçirebileceği yazıyor mudur diye dikkatle incelemeye koyulmuş. Bir süre kitabı karıştırdıktan sonra, “İşte buldum!” diye haykırmış. “Artık dilediğim kadar zengin olacağım ve sen, iyi çoban, servetimi paylaşacaksın.”

Kitabını yerine koymuş ve cebinden çıkardığı küçük bir topağı tam tutuşturmak üzereymiş ki, korkunç bir tıslama duyulmuş. Meğer Yılanlar Kralı, Yeşil Ejderha’ya dönüşmüş ve davetsiz misafirleri gizlice takip etmiş, şimdi de yeminini bozduğu için çobanı büyük bir öfkeyle azarlıyormuş. Öfkesi o kadar hiddetliymiş ki, çoban sonunun geldiğini düşünmüş. “Şunu başının üzerine fırlat,” diye çobanın kulağına fısıldamış büyücü, bir ip uzatarak. Çoban, elleri tir tir titreyerek de olsa ipi fırlatmayı başarmış ve ilmek Kralın boğazına dolanmış, kaya havaya uçarak paramparça olmuş, patlama sesi tepeleri inletmiş. Zavallı çoban korkudan donup kalmış.

Bir an sonra çoban kendine Yeşil Ejderha’nın sırtında gökyüzüne doğru uçarken bulmuş. Ateşli yaratığın kanatları havayı öyle bir hızla yarıyormuş ki, binicisinin yüzüne çarpan rüzgâr dayanılmaz bir acı veriyormuş.

Dağların denizlerin, kum fırtınalarının kasıp kavurduğu ve kendinden geçmiş develerin başında akbabaların nöbet tuttuğu çöllerin üzerinden uçmuşlar, derken bir sürü nehrin suladığı kocaman bir ovaya gelmişler. Ejderha yükseldikçe yükseliyormuş, sonunda çobanın başı dönmeye ve nefesi kesilmeye başlamış. Gözleri kapalıymış, ancak yukarılardaki mavi gökyüzünde uçuşan bir tarlakuşunun tatlı, duru ötüşünü duyabiliyormuş.

“Sevgili kuş,” diye haykırmış çoban, “hepimizin yaratıcısının gözünde sen de kıymetlisin. Yükseklere uç ve O’na dua ettiğimi, beni bu kötü durumdan kurtarması için yalvardığımı söyle,” demiş.

Tarlakuşu, çobanın söylediğini yapıp göklere uçmuş ve minicik gagasında cennetteki bir ağacın yeşil yaprağıyla dönmüş. Memnun bir halde, yaprağı Ejderha’nın başına bırakmış, yaprak Ejderha’ya değer değmez yaratık hızla aşağı düşmü ve tekrar yerde sürünen bir yılan oluvermiş. Çoban bu düşüş sırasında korkudan kendinden geçmiş.

Ayıldığında kendini dağın yamacında, etrafında sürüsü, yanı başında sadık köpeğiyle bulmuş. Orman hala sonbaharın o güzelim sarı ve altın rengiyle kaplıymış ve uzaktan karısının kulübelerinin kapısından onu eliyle çağırdığını görebiliyormuş.

“Herhalde rüya gördüm,” demiş kendi kendine, kalbi minnet dolu bir halde evine yemek yemeye giderken. Çok uzun yıllar mutlu ve huzurlu bir hayat sürmüş ve bir daha da hiç değişik bir şey olmasını dilememiş.

Çeviren: Melda Olcaytu
Editör: Nuray Önoğlu
Sırp masalı

Comments

Popular posts from this blog

BİR GÖZ, İKİ GÖZ, ÜÇ GÖZ ♫

GEYİK PRENS VE KIZ KARDEŞİ

KRİSTAL KÜRE